Bu insanları nasıl bu kadar iyi anlıyordum ve onlarla aramdaki bu bağ neydi? Oradaki herkes günlük rutinlerinden sıyrılıp sadece Allah’a ibadet etmek için gelmişti. Kâbe’nin ve o kutsal toprakların hepimizin için anlamı aynıydı. Muhtemelen dualarımız da çok benziyordu.
Kâbe’de beraber ezanı dinledikten sonra yanımdaki Malezyalı ablanın okuduğu ezan duası ile düşüncelere daldım. Benim okuduğum ezan duasını mı okuyordu o da? Tabii ki de aynı ezan duasını okuyacaktık. Neden buna şaşırmıştım ki sanki? Dünyanın bir yerlerinde hiç tanımadığım insanlarla ezandan sonra aynı duayı okumak beni farklı ve iyi hissettirmişti sanırım. Bu hissin peşinden gitmeliydim, burada bilmediğim bir tat vardı.
Sonra Kur’an’ı farklı milletlerden gelen pek çok insanın elinde gördükten sonra da farklı bir his yaşıyordum. Rehberim olarak hayatımın ortasına koyma niyetinde ve gayretinde olduğum Kur’an dünyanın pek çok yerinde milyonlarca insan için de aynı anlamı taşıyordu demek. Zaman zaman bana zor gelen bu yolda yalnız olmadığımı hep bilsem de nereli olduğunu tahmin edemediğim dünyalı bir teyze ile aynı Kur’an’ı okumak bana iyi hissettirmişti. Ten rengi ve giyinişi farklıydı ama aynı Kur’an’ı okuyorduk. Eee ama aynı Kur’an’ı okumak çok fazla bir şey değil miydi? İlk kim çıkarmıştı bu ırkçılığı? Renklerden bağımsız aynı Kâbe’ye yönünü dönmek, aynı Kur’an’ı okumak ve dua ederken aynı yüz hatlarına sahip olmak hepimizde ortaktı. Üstünlük gerçekten takvadaydı. Buna yine yeniden iman ettim. İşin garibi ise hiçbir zaman kimin daha takvalı olduğunu bilemeyecektim. O zaman her gördüğüme evliya gibi bakmalıydım. Değil miydi ki sadece bakmayı bilenler görebilirdi.
Sonra Singapurlu teyzenin nezaketi ve asaletine şahit olduktan sonra İslam’ın onun üzerinde ne güzel durduğunu düşünüyordum. Halbuki tek yaptığım şey kalabalık olan mescitte ona önümdeki müsait yeri göstermekti. Neden bu kadar güzel teşekkür etmişti ki bana. Tabii ya insanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükür edemezdi. O da bu hadis-i şerifi biliyordu herhalde. Bu güzel insanla aynı dini mi paylaşıyordum ben şimdi? Bu teyze ile aramda kendim dışında gelişen üst bir bağın olduğunu bilmek beni kalabalık hissettirmişti. Allah bilir daha nice güzel Singapurlu teyzeler vardı da ben tanımıyordum.
Sonra mescide sığmadığımız için kapısının önünde namaz kılmaya çalışırken birbirimizi büyük siyah böceklerden korumaya çalıştığımız Mısırlı Meryem ile de kalplerimiz nasıl kaynaşmıştı öyle. Namaz aralarında neden bu kadar eğleniyorduk onunla? Daha konuşmadan yapacağı espriyi hemen anlayabiliyordum. Ama ben bu hissi bilirim. Yakın arkadaşlar arasında olur böylesi. Meryem ile aramdaki bu yakınlık nasıl olmuştu birden? Teravihten sonra ayrılırken ona büyük bir veda sözü söylemek istemiştim. Ne diyeceğimi bilemediğimden “Have a good life” (İyi bir hayatın olsun.) dedim. “Allah’a emanet ol.” desem yeterdi aslında. O anlardı.
Sonra önümde oturan Dubaili teyze arada arkasına bakıp neden omzumu sıvazlıyordu? Beni sevdiğini hissediyordum. İşin garibi ben de onu sevmiştim. Birini bu kadar kısa sürede sevmek sık olan bir durum değildir, bilirim. Biz birbirimizi önceden de bir yerlerden seviyor olabilir miyiz acaba?
Sonra birisi Dubaili birisi Mısırlı olan bu insanlarla ben “Böcek öldürmek haram mı?” diye tartışıyordum. Dubaili teyze haram değil, diyordu. Mısırlı Meryem haram olabilir, diyordu. Benim çok fikrim yoktu. Sadece bu insanlarla aynı hassasiyeti taşıyor olmanın keyfini yaşıyordum. İkisinin de gerekçelerini anlıyordum. İkisi de çok haklıydı bence.
İftar vakti geldiğinde mescitte herkes birbirine bir şeyler ikram ediyordu. Bu insanlar birbirine yedirmeyi ne kadar çok seviyorlardı böyle. Ayrıca ikram edilen hiçbir şeyi de geri çevirmiyorlardı. Kendisinde aynı hurmadan olsa da benim ikram ettiğim hurmayı da kabul ediyordu. Tabii ya ikram edilen şey ikram eden kişi tarafından kıymetlenir, o şeyin muhtevası değişir, dönüşür. Bundan olsa gerekti. Ben de kimsenin ikramını geri çevirmez oldum.
Safta arkamda oturan genç kadınlar iftar yaparken ne kadar çok eğleniyorlardı. Arapça konuşuyorlardı, anlamıyordum ama ben de gülüyordum. Zaten hayırlı birkaç kadının aralarında eğlenip gülmesi beni hep keyiflendirir. O zamana kadar Arapça bilmediğime hep Kur’an’ı tamamen anlayamadığım için üzülürdüm. Bu sefer Arapça bilmemek bu kadınları anlayamadığım için de beni üzmüştü. Kesinlikle Arapça’yı tamamen öğrenmeliydim artık. Sonra bana çay ikram ederlerken çaya şeker istemediğimi söylediğimde şaşırdılar. Çoğu Türkün çaya şeker atmadığını söyledim onlara. O an onlara Türkler hakkında ilginç bir bilgi söylemek istedim ama yalan değil sonuçta. Çayı şekerli içen arkadaşlar ortamlarda mahalle baskısına mutlaka maruz kalırlar. Üzgünüm çayı şekerli içen Türkler.
Sonra binlerce örtülü kadını aynı anda görmek de beni çok farklı hissettirmişti. Nasıl yani, farklı yerlerden gelen bu kadar insan sadece Allah istediği için mi örtünmüştü? Örtü ne kadar büyük bir ayetti ve ben bu ayeti taşırken ne kadar büyük bir kitlenin parçası olduğumu düşündüm. Onlara bakarak tesettürümü güzelleştirmek istedim. Başörtümü daha büyük örttüm. Allah’ın tesettür için neden kesin bir kıyafet kodu belirlemediğini de daha iyi anladım. Ayette de dediği gibi, Allah birbirimizi tanıyalım diye bizi kabilelere ayırmıştı. Tesettür kıyafetlerimiz ise farklılıklarımızı ifade eden en büyük göstergelerden birisiydi. Herkes Allah istediği için kendi kültürüne ve tarzına göre örtünmüştü. Mesela Malezyalı teyzeler bu kadar renkli ve büyük başörtüleri nereden buluyorlardı? Sonra Pakistanlı olduğunu tahmin ettiğim ablaya burnundakinin piercing olduğunu söylesem bana parmağımdaki yüzüğü gösterip “Ama ikisi de takı.” der miydi? Allah hepimizin tesettürünü kabul etsindi.
Mescide girerken Arap olduğunu tahmin ettiğimiz bir abi bizim Türk olduğumuzu anlayıp bize neden bir sürü dua etmişti ve bizden dua istemişti. Biz durup dururken neden bir sürü dua almıştık şimdi? Neydi bu dua?
Sonra tavaf yaparken bilmem kaç derece sıcaklıkta, öğle güneşinin altında çocuklarıyla tavaf yapmaya çalışan çiftler gördüm. Ben daha kendimi zor götürürken bu insanlar kucaklarında çocuklarını taşırken, alınlarından ter akarken nasıl tavafa devam ediyorlardı? Sonra kanburuyla ve bastonuyla tavaf yapmaya çalışan bir dede gördüm. Kanburundan dolayı Kabe’yi görmek onun için muhtemelen zor oluyordu. Yine de o da tavaftaydı, yoldaydı. Allah rızası dışında hiçbir gücün onlara bunu yaptıramayacağını düşündüm.
Bu insanları nasıl bu kadar iyi anlıyordum ve onlarla aramdaki bu bağ neydi? Oradaki herkes günlük rutinlerinden sıyrılıp sadece Allah’a ibadet etmek için gelmişti. Kâbe’nin ve o kutsal toprakların hepimizin için anlamı aynıydı. Muhtemelen dualarımız da çok benziyordu. Hayatımda hiç görmediğim ve göremeyeceğim insanlarla aramızdaki bu kadar benzerlik bana çok garip hissettiriyordu. Ümmet olmak böyle bir histi sanırım. Allah’ın kurduğu ve sürdürdüğü bir bağ. Senden büyük bir bağ. Emek vermezsen ve görmeyi bilmezsen beslenemeyeceğin bir bağ. Kalabalık hissettirdiği kadar sorumluluk isteyen bir bağ. Artık bu duayı daha çok eder oldum: “Allah’ım ümmetin hiç bir üyesine karşı içimde kin, öfke bırakma. Ümmet içinde birliğimizi ve dirliğimizi artır. Mescid-i Aksa’da da böyle güven ve çokluk içinde ibadet edebilmeyi tez zamanda nasip et.” Amin.
Zeynep
Photo by ekrem osmanoglu on Unsplash
Yorum yok! İlk sen ol.