“Eğer tartışmalarımızın bir anlam ve değere sahip olmasını istiyorsak öncelikli adımımız tanrılarımızı susturmak olmalı. Böylece aşkın olan Tanrı’mız bize yaklaştıkça kendiliğinden uzaklaşmaz, aksine biz ona yaklaştıkça benliğimizi buluruz.“
Milyonlarca “ben”in bir arada yaşadığı bu koca yeryüzünde, yaşayanlardan hemfikir olmalarını, aynılaşmalarını beklemek hiçbir sonuç vermez. Zeminleri ortaklaştırmak konusunda ne kadar ısrarcı olursak olalım tartışmalara, farklılıklara, hesaplaşmalara engel olamayız. Bu ısrarımız meydana gelen karşılaşmaları da faydasızlaştırır, asıl amacın unutulmasına sebep olur. Kendi doğruluğumuza olan inancımız, karşıdakinin bizimle aynılaşması beklentisini doğurur ve tartışmaların sonunda nihai amacımız bize benzemiş birini elde etmek haline gelir.
Hal böyle olunca aynı zeminde olmadığımız biriyle karşılaştığımız anda tüm benliğimizi, inandıklarımızı, değerlerimizi bu yolda feda etmekte hiçbir beis görmeyiz. Karşılaşmanın sonunda nefsimizin üzerindeki o ağırlığın, gönlümüzü daraltan o elin üzerimizden kalkması dışında mühim olan hiçbir şey kalmamıştır artık. Karşılaştığımızın mağlup oluşu, onun yoldan çıkması uğruna, rahat bir nefes almamız için yeterlidir. Yolda ilerlemeye devam edebildiğimiz sürece tartışmaya değer olan hiçbir şey yoktur. Bu yüzden dünya biraz da şudur: Bizim tanrılarımızı savaştırıp birbirine düşürdüğümüz ve sonunda kazananı kaybettiğimiz bir mekan.
Her Müslüman’ın önce şu soruya cevap vermesi gerektiğini düşünüyorum: “Benim kaç tane tanrım var?”
Tanrılarımızı keşfetmek, tek olan Tanrı’ya ulaşmak için tutabileceğimiz tek yol belki de. Ancak bu yolla haklı ve haksızı birbirinden ayırabilir, tartışmanın sonunda adil olan kararı verebiliriz. Aksi takdirde tanrılarımızı birbirine kırdırıyoruz ve bu savaşın bir kazananı da olmuyor. Birileri kutsalını önüne alıp sorgulama ihtiyacı hissetmedikçe de bu savaşta herkesin mağlup olmasından başka bir çıkar yol kalmıyor. Savaşın galipleri bir adım öne çıksın dediğinizde ise geri adım atan kimseyle karşılaşmıyorsunuz.
Hal böyle olunca günün sonunda hepimiz aynı dertten muzdarip oluyoruz: Tartışamamak ve bununla bağlantılı olarak adil bir karara varamamak. Öncelikle karar hakkını içimizde hangi merciilere verdiğimize dönüp bakmalıyız. Bir konuyu konuşurken içimizdeki hangi tanrı konuşuyor, hangi tanrının cevapları bu dilimizden dökülen? Benliğimizi mi koruma altına almaya çalışıyoruz, bizi güvende tutan otoriteleri mi, yoksa düzen sağladığı için geleneklerimizi mi? Bir de bu koruma halinde kimin dilini kullanıyoruz: kendimiz mi bu konuşan yoksa Tanrı adına konuştuğumuzu mu iddia ediyoruz? Bu sorular tartışmanın içerisinde belirleyici bir rol oynuyor. Zira burada durum daha da vahim bir hal alabilir, tanrılarımız ve Tanrı arasındaki çizgi gözlerimizin önünden silinip yok olabilir.
Aşkın olan Tanrı’yı bulmak emek ister, dışarıdaki onca karmaşanın arasında tek ve biricik olanı tespit etmek ve sonrasında hayatına dahil etmek belki de ömür boyu sürecek bir serüven olur insan için. Belki de bu yüzden Tanrı’yı bulduğunu düşündüğü ilk anda onu içine alıp güvende tutmak, kaybetmemek için muhafaza etmek ister. Burada aslında bize en yakın olan Tanrı’ya ulaşırız, içkin Tanrı’mıza. Bize en çok benzeyen, kendimize en yakın hissettiğimiz güven bölgesine. Onu dışarıdaki yabancılıktan koparır ve kendimize dahil ederiz. Artık karşılıklı tanıştığımız bir Tanrı’mız vardır, içkin oluşuyla birlikte bize ait olmuştur bir noktada.
Diğer yandan tespit etmekte en çok zorlandığımıza ulaşmışızdır artık, kendimizden ayırmayı bir türlü beceremediğimize. Bu noktada aşkın olan ve içkin olan Tanrı arasındaki dengeyi bulmak çok temel bir görevimiz olmuştur. Ancak çoğu durumda bu görevimizde başarısız oluruz, denge unsurları bozulur. Bu yüzden sık sık onun ağzından nefsimizi konuşturduğumuza şahit oluruz, benliğimizin isteklerini Tanrı’nın istekleri olarak sunmak vazgeçilemez bir yol olmuştur artık. Bu yolla bize dahil ettiğimiz içkin Tanrı’mız yavaş yavaş tanrılarımıza dönüşmeye başlar, eşsiz ve benzersiz oluşunu yitirir. Böylece kendi içimizde kaybetmeye başlarız varlığını. Dışarıdaki karmaşadan bin bir zorlukla çıkarttığımız o Tanrı, bu kez de içimizdeki karmaşanın esiri olur. Tabii biz fark etmesek de asıl esir hiçbir zaman Tanrı olmaz, biz tanrılarımızın esiri olmuşuzdur ancak.
Bu esirlik başladığı an tartışma sonlanır. Artık ortada muallakta olan, kesinleşmesi için konuşulması gereken hiçbir şey kalmamıştır. Biz Allah’ın yeryüzündeki tek halifesi olarak bildiklerimizin uygulanmasını bekler hale geliriz. Otoritemizi sarsacak tüm adımlarda Tanrı’yı susturur, tanrılarımızı konuştururuz. Hal böyle olunca tartışmanın yollarını konuşmaktan daha öncelikli bir hedefimiz olmalı. Tartışmanın mümkün olduğu bir yeryüzünü en azından tahayyül etmeliyiz. Her sabah uyanıp birilerinin Tanrı’sını reddetmeye başladığımızda, bir sabah elimizden Tanrı’mız alınmış şekilde uyanırız. O zaman insanın dünyada tartışmaya da haklıyı bulmaya da takati kalmaz.
Kim olduğumuzun ve ne için o kişi olduğumuzun tespiti belki de bu yüzden hayati bir sorudur. Bu sorunun cevabına en çok yaklaştığımız an ise tanrılarımıza başkalarını dinleme fırsatı verdiğimiz andır. Tanrılarımız bir kez olsun hatalı olabileceklerini düşündüklerinde, kendimizi bize verilen o güzel nimetin içinde buluveririz: istişare.
Hepimiz Allah’ın yeryüzüne gönderdiği halifelersek, hepimizin dinlenmeye değer bir yanı vardır. Birbirimizi dinlemeye başladığımızda tanrılarımız susmak zorunda kalır. Tutunduğumuz dallar, Rabb’imiz olmaktan çıkmaya başlar. Böylece artık tanrılarımızı çarpıştırmak dışında tartışabileceğimiz bir zemin elde etmiş oluruz. Konuşan tek olan Tanrı olduğunda bu zeminde çözülmeyecek hiçbir problem yoktur.
Eğer tartışmalarımızın bir anlam ve değere sahip olmasını istiyorsak öncelikli adımımız tanrılarımızı susturmak olmalı. Böylece aşkın olan Tanrı’mız bize yaklaştıkça kendiliğinden uzaklaşmaz, aksine biz ona yaklaştıkça benliğimizi buluruz.
Mukaddes Kutlu
İllüstrasyon: Francisco Fonseca
Yorum yok! İlk sen ol.