”Bir gün, artık yeter dediğim bir anda, aileme tesettüre gireceğimi açıkladım. Annem çok sevindi. Ablam “saçmalama!” dedi. Ağabeylerim şaşırdılar, gereksiz ve “erken” buldular. 24 yaşındaydım.”
Bismillahirrahmanirrahim
Ben Türkiye’nin seküler çoğunluklu şehirlerinden birinde, ülkenin siyasi, sosyal, ekonomik, kısacası her yönden çalkantılı bir döneminde doğdum, büyüdüm. Tüm bu genel problemlerin üstüne özelde de, yani ailemizde de sarsıntılar vardı. Orası çok uzun hikaye. Fakat ailemizde dini hep anneannem temsil etti. Kalabalık, bol çocuklu, bol gürültülü bir evin baş köşesinde oturan anneannem, bulduğu her fırsatta bizleri toplayıp ilmek ilmek haramı-helali, günahı-sevabı işledi beyinlerimize. Pratikte ise yazları Kuran kursuna gitmekten, biraz daha büyüyünce Ramazan’larda oruç tutmaktan ibaret, uzakla yakın arasında bir ilişkimiz vardı dinle. Kısacası her şeyi bilip hayata geçirmeyenlerdendim ben de. Namazdan, tesettürden haberdardım. Ama haberdar olmak, hatta istemek bile yetmiyor bazen. Ailede ve yakın çevrede kimse tesettürlü değildi. Din algısı “kalbimiz temiz”den ibaret olan bir toplumduk. Küçük ve kendi halinde şehrimizde herkes birbirini tanırdı. Kim ne yapmış bilinirdi. Başörtüsü yalnızca yaşlılarda, köylülerde ve hacılarda kabul edilebilir bir şeydi. Hiçbir gencin başında görülmüş şey değildi, görüldüğünde yadırganırdı, herkes dönüp bakardı.
Böyleyken, içimde hep ertelenen bir istekle nasılsa bir gün tesettüre girerim diye bekleyip duruyordum. Annem bu küçük şehrimizin en ünlü terzilerindendi. Dönemin şartları itibariyle de giyecek şeyler o kadar çeşitli olmadığından, annemin her diktiği tabiri caizse ayakta alkışlanır, moda olurdu. Biz de terzinin kızları olarak kimsede olmayanı, en şık ve “trend” olanı giyerdik. Elbette kolay olmayacaktı tüm bunlardan vazgeçmek. Zaten hiçbir zaman fazla açık giyinebilen biri olmadım. O zamanlar, yani 80’li yıllardan bahsediyorum, zaten bugünkü gibi bir teşhir etme merakı asla söz konusu değildi. Bir edeb, bir üslup vardı. Tabi bu genel üslubun yanında bende de hep bir usturuplu giyinme eğilimi vardı. İçten içe kapanmayı istiyordum. Sonraları kendime de itiraf edince kendi kendime yaptığım bu baskı giderek vicdan azabına dönüşmeye başladı ve ben tesettüre giremediğim her gün kendime “yazıklar olsun” der duruma geldim. İsteyip de cesaret edememek, cesaret edip de toplumda infaz edileceğini bilmek ne büyük acı.
Bir gün, anneme Hacca gitmek nasip oldu. Hacdan dönüşünde tesettüre girdi. Kimse yadırgamıyordu çünkü yaşını başını almış, üstüne bir de hacı olmuştu, ona izin çıkmıştı anlayacağınız(!) Hac kafilesi şehrin merkezinde toplanan kalabalık tarafından dualarla, tekbirlerle uğurlandı. O uğurlamada o kadar çok gözyaşı döktüm, oradaki atmosferden o kadar etkilendim ki benim için dönüm noktalarından biri oldu. Annemden bana oradan başörtüsü getirmesini istedim ağlayarak. Belki sebep olur diye, ve bir de koca şehirde başörtüsü bulmanın inanılmaz zorluğundan dolayı tabii. Kafama koyduğum bu süreci hızlandırmak için gereken her şartı sağlıyordum anlayacağınız.
Sonra annem hacdan geldi, evimiz ziyaretçilerle doldu taştı. Annem bana başörtümü getirdi. Gene de kapanmama yetmedi o başörtüsü. Gene o kadar kolay değildi. Ben bir süre daha bu fikirle kıvranmaya, göz yaşı dökmeye, rüyalar görmeye devam ettim. Geceleri rüya görüp, pişman olup ağlarken gündüz hiçbir şey olmamış gibi, hiçbir karar almamışım gibi hayatıma devam ediyordum. Kimse de bu konuda bana olumlu veya olumsuz bir yönlendirme yapmadığından, kendi kendimle savaşıp duruyordum. Bu durum böyle birkaç sene devam etti.
Bir diğer dönüm noktası ise yaşadığım bir olay oldu. Söylediğim gibi, o çevrede en iyi giyinen, en şık genç kızlardandık o zamanlar. Giydiğimizi yakıştırırdık. Güzelce giyinip, süslenip dışarı çıktığım günlerden birinde, sokakta yürürken bir inşaat işçisi uzaktan bana laf attı. Ne dediğini tam olarak hatırlayamasam da asla unutamayacağım anlardan biriydi. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Bu lafı da işittim ya, yerin dibine gireyim daha iyi, dedim kendime. Ne kadar utandığımı anlatamam. Zaten içimi kemiren bu mesele, bu olayla birlikte daha da büyüdü. Kendi kendime meydan okuyor, geri sayıyordum,“Haydi bakalım, varan 2!” dedim içimden.
Bir gece öyle bir rüya gördüm ki, bana en büyük cevap oldu. Rüyamda ölmüştüm, mezardaydım, üstümden insanlar geçiyor ve ben onları görüyordum. “Ne oldu bana?” dediğimde, “Sen öldün, sana verdiğimiz süre bitti.” Diyorlar. “Ama ben daha gençtim, yapacaktım, daha kapanacaktım, ne olur beni geri yollayın. Söz veriyorum yapacağım.” Diye yalvarıyorum. “Hayır, sen öldün!” diyorlar. Ve kan, ter, korku içinde uyanıyorum. Ölümün, hesabın ertelemesi yok, bu rüya bana bunu hatırlatmıştı.
Her Ramazan’da iman tazeleyip yılın geri kalanında yine aynı haramlara bulaşmaya devam eden bir toplumdu içinde yaşadığımız. Ramazan’da gelen bu geleneksel manevi aydınlanma bize de sirayet ediyordu elbette. Evimizin yakınlarında mukabeleler yapılırdı, ara sıra ben de annemle birlikte giderdim. Bir gün yine bir mukabeleye gittik beraber. Ben yarım örttüğüm başımla gittim dinlemeye. Hoca hanım beni çok güzel karşıladı, en öne oturttu. Öylesine bir Ramazan etkinliği olarak gittiğim o sohbetten hiç tahmin etmediğim kadar feyz aldım. Ertesi gün tekrar, ve sonraki birkaç gün üst üste oraya gittim.
O sohbet bende bir şeyleri değiştirdi, kaybedecek vaktim olmadığını anladım. Boşa oyalanıyordum, kendime çok kızgındım. Ve bir karar aldım, Ramazan bitmeden, bayrama kadar tesettüre girecektim, başka yolu yoktu. Kendime başka seçenek tanımadım. Ve öyle de oldu. Bir gün, artık yeter dediğim bir anda, aileme tesettüre gireceğimi açıkladım. Annem çok sevindi. Ablam “saçmalama!” dedi. Ağabeylerim şaşırdılar, gereksiz ve “erken” buldular. 24 yaşındaydım. O gün annemle beraber gidip başörtüsü ve kumaş aldık. Annem pardesümü dikti. Eski kıyafetlerimin hepsini dağıttım, makyaj malzemelerimi attım. Beklediğim günün gelişinin heyecanıyla yaptım tüm bunları. Azar azar değil, tam yapmak istedim, nasıl olması gerekiyorsa öyle olmalıydı. Daha sonraları beni görenler “Yavaş yavaş kapanabilirdin. Neden acele ettin pardesü giymekte, büyük eşarp takmakta? Biraz daha kısa giysen olmaz mı?” gibi şeyler söylediler. Benim kaybettiğim yıllara yarım tesettürle ekleyecek bir dakikamın bile olmadığını anlamadılar. Aldığım kararı kenarından köşesinden gevşetmek için her şeyi denediler. O çok beklediğimiz insana ve haklarına saygı hiçbir zaman gösterilmedi.
Önceden kendime verdiğim bir söz vardı. Kapanınca bütün şehri bir ucundan diğerine baştan başa gezecektim. Bütün şehri diyorum çünkü zaten kısa zamanda tümünü gezebileceğiniz küçük bir şehirdi bizimkisi. Verdiğim sözü tuttum. İçimde dolup taşan heyecanla giyinip, kuşanıp, örtünüp dışarı çıktım. Başım hiç olmadığı kadar dikti bu defa. Önceleri çekinerek yürürken, birileri bakacak mı, laf atacak mı endişesiyle yaşarken tesettürüme kavuştuktan sonra onun bana verdiği özgürlüğü tarif etmem çok zor.
Tabi ki beklediğim tepkileri fazlasıyla aldım. Zaten herkes herkesi tanıdığından, yolda sürekli durduruldum, şaşkın bakışlara maruz kaldım. Beni durdurup “Ne oldu sana böyle yavrum, hasta mı oldun?” diye halis bir hayretle soranlar –çünkü tesettüre girme kararı alan bir birey sağlıklı olamazdı-, kalabalığın arasından bağırarak “Ne o? Sen mi gittin Hacca anan mı?” diye alay eden tanıdıklar –çünkü sadece hacılar başlarını kapatabilirdi- , kendi aralarında 2 sene sonra açılacağıma dair iddiaya girenler, ve daha nice hayret, dehşet dolu bakışlar, parmakla göstermeler bu tepkilerden birkaçıydı. Bu tepkiler belki şu anki toplum için abartı gelebilir kulağa fakat o zamanda ve o çevrede ne yazık ki hepsi yaşandı. Tanıyanlar şaşkınlıktan, tanımayanlar da o zamana kadar belki başörtüsünü nenem yaşında teyzelerden başkasında görmediklerinden gösteriyorlardı böyle tepkileri. Bizim orada akşamları herkesin çıkıp yürüdüğü bir sahil yolu vardır. Şehrin toplanma, muhabbet etme, vakit geçirme mekanı diyebiliriz. Bir akşam abim ve yengem oraya yürüyüşe çıkacaklarken “Ben de geleyim” dediğimde abimin başörtüme, pardesüme bakıp “Böyle mi geleceksin?” deyişini de unutamıyorum. Allah’ın farzlarının zamana, mekana, şartlara göre değişmeyeceğini anlamak ve anlatmak hiçbir zaman kolay olmadı, hâlâ da değil.
Ben kapandıktan sonra, annem ve ben gittiğimiz Ramazan sohbetlerini her gün eve taşımaya başladık. O gün anlatılanı gelip iftar sofrasında ev halkına anlatıyorduk heyecanla. O sofralardan herkes, abilerim, ablam, yengelerim etkilenerek kalkıyorlardı, muhabbetimizin lezzeti görülmeye değerdi. Çok sürmeden onlarda da dönüşüm başladı. Sonraları hepsi bana ailenin dönüm noktası olduğumu söylediler, beni bununla mükafatlandıran Rabb’ime hamd olsun.
Arkadaşlarım benimle görüşmediler. Ne komik, düşünsenize, artık kapalı olduğunuz için size küsen, sizden zarar göreceğini düşünen insanlar. Halbuki ben hâlâ aynı bendim. Kuzenlerim benimle bir süre konuşmadılar. Ablam bana tavır koydu, hatta aklına girerim korkusuyla yeğenimi bana göndermemeye başladı. Çok şükür ki sonradan kendisine de hak olanı kabul edip tesettürle şereflenmek nasip oldu. Bizim bu kararımıza elbette en çok sevinen anneannem oldu, Allah ondan razı olsun. Bir hanedeki tek bir misalin nelere kadir olduğunu, ne güçlü tohumlar ektiğini bizlere gösterdi.
Kapandıktan sonra, “Acele etmeseydin, evlenince kapanırdın, daha çok gençsin” diyenler çok oldu. Geleneksel din anlayışının kurallarından biriydi bu: evlenmeden önce kapanılmaz. Bense özellikle evlenmeden önce yapmak istiyordum bunu. Beni kabul eden bu halimle etmeliydi. Bir eş seçeceksem, yuva kuracaksam niyetime göre olmalıydı. Sonradan düzeltmekle, eşimden kapanmak için izin almaya çalışmakla vakit harcayamazdım.
Alaylara, hayretlere, insanın en temel hakkına, özel yaşamına ve fikrine yapılan bu tacizlere hiçbir zaman aldırmadığımı, bunları dert etmediğimi gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Bir kez yola Allah için çıktığınızda, bir de amelinizde samimiyseniz, sırtınızı dayadığınız bu tek gerçek dostun verdiği güvenle diğer her şey anlamını yitiriyor. Tebliğ için gittiği Taif’ten taşlanarak dönen Peygamberimizin bile o kavmin hidayeti için dua ettiğini, helâk edilmelerine razı gelmediğini unutmayalım. Onun ahlakında bizim için gereken örnek vardır. Böyleyken, bizim için de hırçınlaşmak, pes etmek, nefret etmek bu kadar kolay olmamalı. Nitekim bana sırt çeviren, benimle ilişkisini kesen, benden selamını esirgeyen arkadaşlarım yıllar sonra benden özür dileyip helallik istediler, “Keşke biz de yapabilseydik” dediler. Fakat elbette insandan insana fark var. Kimilerinin inadı, inanmamaktaki ısrarı hâlâ aynıydı. Çok uzun yıllar sonra, kızımla birlikte kendisini ziyarete gittiğimizde, bu defa kızımın başörtüsüne acıyan gözlerle bakıp “Kendin mi istedin yoksa zorla mı kapattılar?” diye soran ilkokul öğretmenim gibi.
Eklemeden geçemeyeceğim ki tesettüre girdikten, kendimi Allah’ın emirlerine göre şekillendirdikten, O’nun yoluna karar verdikten sonra hayatımda birçok şey yolunda gitti. En büyük isteğim Hacca gitmekti ama ekonomik şartlarımızın buna el vermesi imkansızdı. Ben aşkla istemeye devam ettim, Allah da nasip etti ve nasıl olduysa çeşitli imkanlarla önce Hacca gitmek sonra da Umreye gitmek bana nasip oldu. Hayatımda yaşadığım tevafukları, mucizeleri ise anlatmakla bitiremem. Şu anki ihlaslı yuvamı, saadetimi de o günkü dönüşümüme, Allah’ın farzlarından ödün vermememe, dedikodulara ve alaylara kulak asmamama borçluyum.
İlginçtir ki insanlar, alınan kararların meşruiyetine ve özgürlüğü hak edip etmediğine hüküm verecek hakkı kendilerinde çoğu zaman kolayca bulabiliyorlar. Baskı ve taciz yalnızca belli bir kesime, belli kriterdeki insanlara uygulandığında kötü oluyor. Türkiye’de ve dünyada, kadına şiddetin had safhada ve onunla mücadelenin de bir o kadar alevli olduğu bu zamanlarda, kadının bireysel haklarına, kararlarına, yaşamına, inancına, inancının gerektirdiği sorumluluklara ve bu sorumlulukların uygulanışına gösterilmesi gereken saygı nedense ihmal ediliyor(!) Mesele inanç olduğunda, iman olduğunda, insan haklarının sınırları nasıl oluyorsa daralıveriyor.
Tüm bunların üzerine biz, hiçbir zaman inanç esaslarımızdan ödün vermeyecek, kalbimizi mutmain eden yolu bulup onun peşinden gidecek, kendine zulüm ve Rabb’ine nankörlük edenlerden beri olacağız inşallah. Gücün tek ve gerçek güç sahibinden başka kimseden gelmeyeceğini, Allah yolunun O’nun izni ve inayetiyle kimse tarafından karartılamayacağını unutmayalım.
Benim özgürleşme hikayem kısaca böyleyken, darda olan tüm kardeşlerimin felahına vesile olmasını dilerim. Ne mutlu nefsiyle savaşa girip sonunda galip gelene!
Yorum yok! İlk sen ol.