“Asayişi sağlamak için başlarında askerlerle, yanık plastik kokusunu ciğerlerine çekerek bekliyorlar sıranın gelmesini, akşam olmasını, karşıya geçebilmeyi, yeni bir hayata başlayabilmeyi bekliyorlar.”
İngiltere Başbakanı Boris Johnson da karşı komşumuz Hamdi Amca da şu an aynı sebepten hastahanede yatıyor. “Bu ikilinin gündemlerinin aynı olacağını tahmin edemezdim” derdim ama çemberi daraltmanın alemi yok, tüm dünya şu an aynı dertten muzdarip; Covid-19 adında bir virüsçük.
Yarasadan geldiğini söyleyenlere “yok efendim aslen farelerden gelmiş” diyen mi ararsınız, “virüsün çıktığı yer olan Wuhan’ı haritadan silelim” diyen mi ararsınız…Sosyal medyada her türlü teori mevcut. Ama ben işin bu kısmı ile ilgilenmiyorum, aslına bakarsanız koronavirüsün kendisi ile de ilgilenmiyorum. Bir tefekkür vesilesi olarak geldi, öyle de gidecek inşallah.
Ben mevcut gündemimizden ziyade unuttuğumuz gündemden bahsediyorum, hani şu Meriç’te kaybolan gündemden. Hatırlayamadınız mı? Hay Allah biraz daha açayım, hani “Türkiye’de biz size bakmıyor muyduk da kapılar açılır açılmaz sınıra koştunuz” diyerek nankör yaftası yapıştırılanlardan. Evet evet, göçmenlerden bahsediyorum.
Öncelikle bir konuya açıklık getirmek isterim; sanılanın aksine, Türkiye’nin sınırlarını açacağını duyurmasından sonra sınıra giden insanların çoğu Türkiye’de iyi kötü bir düzen tutturmuş Suriyeli göçmenler değil. Peki kimler? Avrupa’da yeni bir hayat kurma umuduyla yola çıkıp sınırı geçemeyince Türkiye’de kalmak zorunda olanlar, ailesine para göndermek için Türkiye’ye gelmiş ama yeterince kazanamadığı için Avrupa’ya göçmeye çalışanlar ya da sınırların açıldığını duyunca kalkıp geçiş için Türkiye’ye gelenler… İran’dan, Afganistan’dan, Türkî cumhuriyetlerden ve hatta Afrika’dan binlerce insan.
Yaşlı ve hasta kadınlardan genç delikanlılara, süt bebeklerinden bastonlu dedelere her yaş grubundan insan aynı hayal ile sınırda geceyi bekliyor. Bekliyor ki gece şansını denesin bir ümit karşıya geçmek için. Geçemezse ne çare, ertesi gece tekrar. Ama bu sefer üşümüş, dövülmüş, soyulmuş vaziyette. Uzun yemek kuyrukları bu bekleyişi kolaylaştırıyor, gündüzü gece etmelerini sağlıyor. Asayişi sağlamak için başlarında askerlerle, yanık plastik kokusunu ciğerlerine çekerek bekliyorlar sıranın gelmesini, akşam olmasını, karşıya geçebilmeyi, yeni bir hayata başlayabilmeyi bekliyorlar.
Ya kamptaki çocuklar, onlar da farkında mı bu bekleyişin? Doğdukları günden beri beklediklerinin farkındalar mı? Onu bilmem ama en azından sınırda kendilerini güldürmeye çalışan birileri olduğunun farkındalar. Nereden mi biliyorum? Gördüm onları. Okumak isteyene, anlatmak isterim.
Geçen ay, henüz gündemimiz değişmemişken, sınırda olup bitenleri haber sitelerinden okuyup eli kolu bağlı hissediyordum. İçimde kaynayan tanıklık etme isteğini bir türlü bastıramıyordum. Hem güvendiğim hem de aynı derdi taşıdığını bildiğim arkadaş grubuma bu isteğimden bahsedince tamam dedik, biz bu sınıra gideceğiz. Peki ama nasıl, kimle?
Birkaç gün elimize geçen her numarayı arayıp rica minnet şansımızı denedikten sonra nasip bu ya, Hayrat Vakfı aracılığıyla bölgeye yardım götürecek araçta yer olduğunu öğrendik ve düştük yola. Sınırdaki işimiz karavandaki yemekleri (su, ekmek, çorba, konserve pilaki, çocuklar için süt ve atıştırmalıklar) sırası gelenlerin poşetlerine koymaktı. Tabii yalnızca yiyecek değil, bebek bezi, hijyenik ped, başörtüsü, bone ve daha pek çok ihtiyaç İHH-Hayrat Vakfı-Kızılay-Göçmenlerle Dayanışma Derneği tarafından sınıra taşınmıştı.
Ne kuyrukların sonunu görmek mümkündü ne de doyacaklarından emin olmak. Hele ki “su bitti” demek kadar bana ağır gelen bir söz olmamıştı şimdiye kadar. Yine de çok şükür, her açığı canla başla kapatmaya çalışan insanlar gördüm ben orada. Sınırın bir yanında göçmenler için beton bloklar yığılırken, bir tarafında kamyonlarla yığılmış ekmekleri gördüm. Şükrettim Allah’a, beni iyilerle beraber koyduğu için.
Şimdi düşününce, sınırda gördüklerim çocukken okuduğum bir hikayeden aklımda kalanlar gibi. Görüntüler silik ama hissettirdikleri dün gibi. Aradan çok uzun zaman geçmiş gibi hissetmemin sebebi ise gündemimizin keskin bir şekilde değişmesi olsa gerek. Eee, gündem değişince bu insanlar kuş olup uçuyor mu? Yok mu bu insanların bir soranı? Ne dediniz, devlet mi?
Devlet, ne büyük bir kelime. Kiminin gözünde parçalanması gereken kokuşmuş bir yapıyken kimi için güvenliğinin teminatı koca bir kale. Eh, devletin tanımı insandan insana değişir de insanınki değişmez mi? İnsanların da devlet nezdinde statüleri var; vatandaş, göçmen, mülteci… Fakat görüyoruz ki bir de “gözden çıkarılmışlar” statüsü var ki kuş olup uçanlar genelde bu gruba dahil oluyor.
Sınırlarda kalmış insanlar, kalabalık bir evde işlenmiş ama sorumluluğunu kimsenin üstlenmediği bir suç gibi göz ardı ediliyor. Nedeni malum, herkes kendi vatandaşından sorumludur. Her gece devletler, kendi vatandaşlarının vaka sayısını güncellemelidir! Fakat şimdi, ben devlet değilim diyen beri gelsin. Görünmeyen insanlara, kuş olup uçanlara kol kanat geren salihlerle beraber elinden bir ekmek geliyorsa, dostuna söyleyeceği bir söz yahut doğrudan bir tweet geliyorsa sakınmasın. Allah bize, kendi derdimize düşüp yersiz yurtsuzları unutturmasın, Amin.
Gülsüm Özkaya
Fotoğraf Pazarkule Sınır Kapısı’nda çekilmiştir.
Yorum yok! İlk sen ol.