Lisans yıllarımda telefonumun ekranı kırılmıştı. Ekranın bu yeni kırık hali bazen konforsuz bir kullanıma sebebiyet verse de, kullanmaya engel teşkil edecek kadar kötü değildi. Ben de telefonumu üşengeçlik ve diğer hatırlamadığım sebeplerden ötürü uzun bir süre yaptırmadım. Ekranını kırmadan önce telefonumun dümdüz ve parlak siyah ekranı çok hoşuma giderdi. Kırdıktan sonra ise telefonuma her baktığımda o çok sevdiğim pürüzsüz ve parlak siyah ekrandan ziyade kusurlu ve kırık bir ekran görür oldum. Telefonuyla sıkça meşgul olan birisi olarak bu durum başta biraz canımı sıktı. Kırık olması belki telefonumu kullanmaya engel değildi ama bu telefon da böyle kullanılır mıydı canım. Sonrasında bu düşünceler bende hayata dair bazı tefekkürlere vesile oldu.
Her baktığımda önceden ‘kusursuz’ olarak gördüğüm telefonumun artık ‘kusurlu’ ve ‘kırık’ olması, bana dünya hayatının ‘kusurlu’ olmasını hatırlatmaya başladı. Öyleydi ya, dünyada da hiçbir şey hiçbir zaman tam olmuyordu. Hep tadımızı kaçıracak bazı faktörler hayatımıza dahil oluyordu. Sıkıntılar ve dertler bu hayatı yaşarken hep bir şeylerin eksik, yanlış olmasına veya olması gerektiği gibi olmamasına dair bir tamamlanmamışlık hissi veriyordu bize. Hayatımızdan mutmain hissetmek için hep o dertlerin, sıkıntıların, çeşitli kusurların geçmesini bekliyorduk. Çünkü kendi hayatımızın nasıl daha iyi olması gerektiğine dair en büyük fikir tabii ki bize aitti ve irademiz dışında gerçekleşen bu dünyanın çeşitli dertleri bizim hep hevesimizi kursağımızda bırakıyordu, tadımızı kaçırmanın bir yolunu buluyordu. Zaten hayat zordu; dertler, imtihanlar, sıkıntılar beklemediğimiz zamanlarda planlarımızın dışında ortaya çıkmasaydı ne olurdu? Hayat bu şekilde daha kolay ve güzel olmaz mıydı? Hem o zaman kendimizle alakalı ulaşmak istediğimiz hayırlı planlara daha kolay ulaşabilir ve hedeflediğimiz şekilde iyi insan olma yolunda daha hızlı ilerleyebilirdik. Bu dünyanın kusurları sürekli ayağımıza takılıyor ve hızımızı kesiyordu. Hızımızı kesmesi bir yana dursun, dertlerden ve sıkıntılardan hevesimiz kalmıyordu bazen. Bu yüzden de harekete geçmek için, kurduğumuz hayırlı hedefleri gerçekleştirmek için hep bir zamanı bekliyorduk. Belki de sık sık şöyle cümleler kurarken buluyorduk kendimizi: “Şu da geçsin, şunu yapacağım.”, “Başımdan şu imtihan da geçsin, bundan sonra şöyle birisi olacağım.”, “Bunlar hep geçsin, hayatımı bir düzene sokacağım.” Bu cümleleri kurmak bize iyi geliyordu çünkü bu cümleler sıkıntı ve dert anlarının geçici olduğunu, asıl hayatımızın sıkıntılardan sonra devam edeceğine dair bir umut aşılıyordu içimizde. Halbuki durum gerçekten de böyle miydi? Hayat dediğimiz mefhum sıkıntı ve dertlerin dışında kalan zaman dilimi miydi? Daha doğrusu hayatta gerçekten de sıkıntısız ve dertsiz zamanlar var mıydı?
Dünyada yaşamayı öğrenmeye çalıştığım çeyrek asırlık ömrümde kendimde ve başka insanlarda gözlemlediğim kadarıyla yukarıda tasvir etmeye çalıştığım gibi düşünmeye çok meyilliyiz. Hayatı; sıkıntıların, zorlukların ve dertlerin olduğu bir yer olarak görmek ve kabul etmekten ziyade devam eden hayatımızı, bu zorlukların dışında değerlendirmeye ve zorlukların biteceği anlara odaklanmaya yine çok meyilliyiz. Müslüman, imanı gereği zorlukların biteceğine dair umudunu hep diri tutar. Bununla beraber; dünya hayatında sabit olan temel dinamiklerden birisi, buranın imtihan yeri olması hasebiyle zaman zaman bizi, beklemediğimiz, planlarımızın dışında zorluklarla muhatap kılmasıdır. Bu yüzden hayat tam da zorluklarla, dertlerle ve imtihanlarla beraberken nasıl dönüştüğümüz, neler yaptığımız ile alakalıdır. Zorluklar zamandan zamana sadece biçim ve şekil değiştirirler. Zorluk hallerinden önce ve sonraki halimiz aynı olmaz. Tam da böyle olmalıdır zaten. Biz hayat yolculuğunda ilerlemeye çalışırken karşımıza çıkan zorluklar ve imtihanlar bizi dönüştürmeli ve biz dönüşen halimizle her gün yeniden yeniden bu hayatı daha iyi yaşamanın bir yolunu bulmalıyız. Bir imtihan mekanı olarak kabul ettiğimiz dünya hayatında zorlukların olmadığı bir zamanda yaşamayı ve ‘daha iyi bir insan’ olmayı ertelemek gerçekçi bir Müslümanın eğilimi olamaz. Buranın imtihan dünyası olduğunu bilmek belki de en çok zorluklarla karşılaştığımızda oyunun kurallarını biliyor olmanın verdiği özgüven ile bizi oyunda tutmalıdır. Dertler, sıkıntılar veya çeşitli imtihanlar aracılığıyla ertelediğimiz bir yaşam hiç bizim olmayabilir. Olumsuzluklar geçtikten sonra hayatımızı ‘düzene’ sokma planı yaparken umduğumuz yerde ve zamanda müsait ben’i bulamayabiliriz. Gelecek hakkında herhangi bir garantimiz olmadığını da en çok biz Müslümanlar biliriz. Allah’ın bir lütfu olarak sahip olduğumuz tek an şu anımızdır. Bütün imtihanlarımızı bize nasip eden Allah şu anda bizim neler yapabileceğimizle alakalı potansiyelimizi de şüphesiz ki bizden daha iyi bilmektedir. Bu yüzden her şeye rağmen, Allah rızası için yaşadığımız anda ‘daha iyi’ olmak için harekete geçmeli ve niyetinde bulunup yapamadıklarımız için yapabildiklerimiz kadarıyla Allah’a sığınmalıyız. İşte bu şekilde, dertli zamanlardan geçtikten sonra bünyemizde daha kuvvetli bir ‘ben’ bulabiliriz. Hem o zaman belki hayatımızı baştan düzene sokmak ile uğraşmamız da gerekmez, başından beri kendimizi oyunun içinde tuttuğumuz için kendimizde ummadığımız bir potansiyelin bereketini müşahade edebiliriz.
Zeynep
Yorum yok! İlk sen ol.