Hoşgeldiniz Şeyma Hanım, öncelikle bize biraz kendinizi tanıtır mısınız?
Tabii ki, 1986 doğumluyum. Evliyim ve bir çocuğum var. Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi mezunuyum. Sonrasında Amerika’da psikoloji lisansını bitirdim. Şu anda da bilişsel gelişim psikolojisi alanında doktora yapıyorum. Kendimi tanıtma olayı bana biraz karışık geliyor çünkü basit olarak şurada okudum, şu mesleği yapıyorum diye bir cevap var ama bir yandan da kendimi sürekli tanımaya çalışan bir insanım. Çünkü o kadar farklı tecrübeler yaşıyorsunuz ki hayatta, her tecrübede “aa ben bu muyum?” diyorsunuz. O yüzden ben kendimi ‘kendini tanımaya çalışan bir hayat yolcusu’ olarak tanımlıyorum. Çünkü diğerleri etikette kalan ve çok değişken olan şeyler.
2002 yılında Kartal İmam Hatip Lisesi’nde okurken bir tasdikname almışsınız ama sonra bir şekilde liseyi tamamlamışsınız. Tam olarak neler oldu? O zamanlar 16-17 yaşlarında birisi olarak o sürecin sizdeki etkileri nasıldı ve mücadeleye devam edebilmek için kendinizi nasıl motive ettiniz?
Ben imam hatip lisesine biraz önyargılı olarak gitmiştim. İmam hatip lisesi mezunları için puan engeli gibi birtakım dezavantajlar söz konusuydu. Ben de direkt olarak önüm kapanacak diye bakıyordum. Liseye giriş sınavlarında bir sürü tercih yaptım ve 7. tercihim olan Kartal İmam Hatip Lisesi tuttu. Annem çok mutlu oldu tabii, ben de mutlu oldum mu olmadım mı bilemedim. Okulun nasıl bir yer olduğunu bilmiyordum çünkü. Gittikten sonra gördüm ki orası başka bir dünya. Oradaki insanların çalışmaları, gayretleri ve okumaları beni çok motive etti.
Benim gittiğim dönemde imam hatip liselerinde başörtü problemleri patladı ve karma eğitim başladı. Bütün imam hatipliler başını açmaya başlamıştı. Bizim okul güçlü bir okul olduğu için direniyordu, veliler de çok destek veriyordu. Bu yüzden de okula sürekli ihtar geliyordu. Ben, “Kesin peruk takarım, bitti bu kadar. Benim için ötesi yok.” diyordum. Sonra bazı arkadaşlarımla beraber “Bunun hukuki bir yolu var, beraber arayabiliriz, birbirimize destek olabiliriz.” derken 3-5 arkadaş kuvvetli bir ekip oluşturduk. Kendimi bir anda mücadele içerisinde buldum. Arkadaşlığın ehemmiyetini o zaman anladım.
Daha sonra okul sadece başını açan öğrencileri almaya başladı. Açmayanlar olarak biz sokakta eylem yapmaya başladık. Eylem derken oturuyorduk sadece, bir şey yapmıyorduk. Avukatlar bize hukuki hakkımız olduğunu söylediler. Zarar görmeden mücadele edebileceğimizi söyleyip bize destek oldular. Oturma eylemlerimizde kitap okuma etkinlikleri yaptık. Sonra ilahiyattan bazı hocalar bize Arapça dersleri, kişisel gelişim seminerleri, gibi kurslar vermeye geldi. O süreçte kendimi sürekli geliştirmeye çalıştım.
Bir yandan da “bunu neden yapıyorum, yaşım kaç, dayanabilecek miyim, açık öğretime mi geçsem, ama açık öğretim değil normal lise bitirmek istiyorum” diye düşünürken tasdikname aldım. O anlarda bana her şey kapkaranlık geldi, sanki her şey bitmiş gibi… Yıl sonu geldiğinde, yazın sınıfta kalan öğrencilere hızlandırılmış bir eğitim verdiler. O bir aylık süreçte sınıfımız sadece kız öğrencilerden oluşuyordu ve kadın hocalar derse geliyordu. Biz de derse şapkayla giriyorduk. Zaten hızlandırılmış eğitime katılım için yönetmelikte, “öğrencilerin yönetmeliğe uygun giyinmeleri şartıyla’ gibi bir madde vardı. Bu sayede tasdiknameyi affettirdik ve geçtik.
10. sınıfa geldiğimde ise milli güvenlik dersinde hoca başınızı açmazsanız 0 veririm dedi, biz de bunu kabul ettik. Takdir alabilecekken hiçbir belge almadım. Bomboş bir karne almıştım, onu hiç unutmuyorum. O yaşlarda hepimiz küçüktük ama arkadaşlarımla birbirimize destek olmamız çok önemli bir motivasyon oldu. Başını açan arkadaşlarım da oldu. Onları hiç suçlamadım çünkü yaşlarımız küçüktü ve mücadeleye devam etmek için ciddi destek gerekiyordu. Sadece birlik bozulduğu için bazı şeyler daha da zor oldu.
Yetişkin olduğumuzda ise “bu benim Rabbim ile meselem” demek daha kolay oluyor. Ama küçük yaşlarda aile desteği yoksa ve başka şekillerde korkutuluyorsanız bu çok zor bir şey. “Allah’ım biz gerçekten makamdan ziyade ilim istiyoruz” diye dualar ettik. O zamanlar, toplum ise bizi “cahil kalacaksınız, cahil insanlarla evleneceksiniz” diye sürekli tehdit etti. Biz de “Bu Rabbimizin emri, bizi bir yere sevk edecek” diyerek kendimizi teskin ediyorduk. Ayrıca tarihe, toplumlara baktığımızda görüyoruz ki eğitim alan insanlar hep zorluklar çekmişler ve Rabbim bize bunu verdiyse biz bunu avantaja dönüştürebiliriz, diye kendimizi okul dışında eğitimlere verdik. Bize hem dünyada hem ahirette muhakkak hayrı olacaktır, diye düşünerek sürekli birbirimizi motive ettik.
Bir şekilde okuduk aflar çıkarak, lise sona geçtik. Sonra üniversite sınavı geldi ve yasaklar devam ediyordu. “Sınava nasıl gireceğim?” diye sora sora kendime, kendimi çok kuvvetsiz hissettirdim. Üniversite sınavına gireceğim sabah kahvaltı yapıyorduk ve ben çok stresliydim. Babam “Kızım ben hiçbir şekilde karışmıyorum. Açsan da açmasan da yanındayım” dedi. Hiç unutmuyorum, elimi yıkarken ağlayarak dedim ki “Allah’ım bu senin emrin, ben hiçbir şekilde taviz vermeyeceğim, sana bırakıyorum kendimi” dedim. Sınava girmeden önce eşarbımın üstüne şapka takmıştım ve bana hiçbir şey demediler. İstisnasız bütün arkadaşlarım sınavdan atıldılar. Ben sınava girmiş oldum ama çok hazırlıklı olmadığım için iyi bir puan alamadım ve puanım da kırıldı. Aldığım ham puanla ne yapabiliriz derken Kıbrıs ya da Viyana’ya gitme durumlarım ve seçeneklerim oldu. Ama Kıbrıs’ta tek başıma ne yapacağım, burs bulma sıkıntıları derken o kapı da kapandı bana. Açık öğretim işletmeye gideyim dedim, orada da başörtüsü sorunu çıktı, sınava girdiğimde sınavdan çıkarttılar ve atıldım oradan da. Kısacası bütün kapılar kapandı bana.
O süreçte manevi olarak biraz daha olgunlaşmaya başladığımı hissettim. Çevredeki insanların negatif halleri, “cahil kalırsın, insanlara ulaşamazsın, hemen evlenmeyip ne yapacaksın, mecburen çocuk doğuracaksın” söylemlerine karşı Allah’ın bana kalbî olarak farklı bir güç kuvvet verdiğini hissettim. Bu Rabbimden gelen özel bir hediyeydi. Sonra ben kendimi Kur’an ve iman çalışmalarına verdim. Ondan birkaç sene sonra da eşimle tanıştım. Eşim benim tercihime saygı duyduğunu ve beni takdir ettiğini söyledi. Sonra eşime Amerika’dan burs çıktı ve Amerika’ya gittik.
Bazı insanlar “eşi destek vermiş, tabii kolay olmuştur” diyorlar ama ben durumu öyle yorumlamıyorum. Başörtü problemi ya da herhangi bir konuda olay anında her şey kapkaranlık oluyor. Moralimin bozulduğu vakitlerde “Allah’ım ben senin emrin olduğu için böyle yaptım ama sanki bana destek vermiyormuşsun gibi hissediyorum ve beni yalnız bırakıyorsun Allah’ım” diyerek çok ağladığımı hatırlıyorum. Bunlar kısa süreçler oluyor tabii, sonra tekrar toparlanıyorsunuz. “Allah’ım eğer sen razı değilsen başka kapılar aç bana, hoşnut olduğun bir kapı istiyorum” diye çok dua ettim. Bu süreçte hiç boş durmadım tabii ki, kendimi sürekli geliştirdim. Eş desteği Allah’ın bir ikramıydı diye düşünüyorum ben, olmayabilirdi de. Yani “eş desteği vardı da böyle oldu”dan ziyade tersten de bakmak lazım. Geçmişte o karanlık süreçteki dualarım, sabrım, Allah’ın bana vermiş olduğu kuvvet sonucu pes etmemiş olmamın bir ikramı olarak yorumluyorum ben.
Sonra Amerika’da birçok kapı açıldı bana. Daha önce başı açık olan, sonra üniversitede kapanan doktor bir arkadaş, başörtüsünden taviz vermediğim, okuduğum için “hikâyenden çok etkilendim; ben sana burs vereceğim, okutacağım seni.” dedi. Normalde Amerika’da okullar çok pahalıdır. Hiç ummadığım şekilde yüksek miktarda burs verdi bana. Allah Kerim derken puanlarımı yükselttim, başka burslar açıldı bana ve şu an doktora son sınıftayım ve savunmamı Mart’ta nasipse yapacağım.
Aslında dünyada karşılaştığımız tüm imtihanların özeti şu: Olayın yaşandığı anı karanlıkta yaşıyorsunuz, sıkıntılı gibi görünüyor ama aslında o esnada kemalâtınız kuvvetleniyor. Hani toprağa tohum ekersiniz, toprak içerisinde çok önemli kimyevi olaylar olur ve sonrasında fidan daha hızlı çıkar; hızlıca uzar ve meyve vermeye başlar. Oradaki karanlık ortam en verimli kısım ve aslında bizim temelimiz. Ama biz zannediyoruz ki; kapılar kapandı ve ben artık hiçbir şey yapamam. Önemli olan negatif düşünmek yerine pozitif dua etmek. Aslında peygamber dualarında da hep bu var. Mesela Yusuf (as) kuyuya atıldığı zaman ettiği o pozitif dua, sonra Zekeriya (as)‘ın pozitif duası. Sadece başörtüsü problemi değil, başka problemler hayatımızda hep oluyor. O yüzden yaşadıklarımızdan genel dersler çıkarmalıyız diye düşünüyorum.
Erken yaşlarda ne kadar da zor şeyler tecrübe etmişsiniz. Çok haklısınız, karşılaştığımız her zorlukta ihtiyacımız olan yegâne şey; umutla dua etmek. Allah razı olsun. Peki, Türkiye’de binbir zorlukla liseyi bitirdikten sonra Amerika’da lisans eğitiminize devam etmek nasıl bir tecrübeydi? Orada da zorluklar yaşadınız mı?
Amerika’ya geldiğimde Allah bana bütün kapıları açtı. İlk gittiğim şehirde farklı ülkelerden çok fazla Müslüman gördüm. Sonra başka bir şehre gittim, orada da bir sürü Müslüman vardı yani hiçbir yerde yalnız değildim. Mesela peçeli profesör de gördüm ve çok rahat bir şekilde görevini yapıyordu. Bu ortamda ben de kendimi aşırı bir rahatlık içerisinde buldum. Gittiğim her üniversitede başka dinden insanların da ibadetlerini yapabilecekleri benim de rahatça namaz kılabildiğim odalar mevcuttu.
Buna ek olarak, başörtü konusunda da hocalar tarafından olumsuz bir ima ile bile hiç karşılaşmadım. Hatta ikinci sınıfta aldığım bir derste hocam benden İslam’da kadın ile alakalı bir sunum yapmamı istedi. O sunum o kadar çok hoşlarına gitti ki çoğu “biz Müslüman kadını böyle bilmiyorduk” dediler. Çok güzel geri dönüşler aldım. Bu açılardan, benim tecrübe ettiğim kadarıyla Amerika’daki akademi ortamı çok rahat. Yani Cenab-ı Hak beni bir yerden aldı, başka bir yere koydu ve ben hayret ettim. Bunların Rabbimin birer ikramı olduğunu düşünüyorum.
Allah hakkıyla şükredebilmenizi nasip etsin. Peki, size orada İslam ile alakalı çok soru geliyor mu?
Amerika’da İslamiyet hep yanlış anlaşılan bir din ama etrafta da çok Müslüman var. Amerika’daki insanlar bireysel bir kültüre sahip oldukları için inanç gibi özel konulara girmeye biraz çekiniyorlar. Onlarla arkadaşlık yapmak da biraz uzun sürüyor hatta. Yavaş yavaş kendilerini açıyorlar. Yakın arkadaşlık kurduğum bazı insanlar bana sorular soruyorlar. Mesela namaz kılacağımı söylediğimde merak ediyor ve soruyor. Bazıları sırf meraktan soruyor, bazıları ise olumsuz bir pencereden bilgi toplamak istiyor. Zaten birisi soru sorduktan sonra hangi niyetle sorduğu da beni ilgilendirmez. Benim vazifem sadece izah etmek. Hiç yoktan birisine sana İslamiyet’i anlatayım demenin de pek fıtrata uygun olduğunu düşünmüyorum. Peygamberimiz (sav) de daha çok yaşayarak İslam’ı tebliğ ediyordu. Birisi İslam’ı doğru şekilde yaşar ve çevresindekiler ondan etkilenir. Benim oradaki dürüstlüğüm, ders çalışma konusundaki disiplinim, başarım, sorumluluk sahibi olmam bunlar çok önemli rol oynuyor.
Tabii ki doğru bir şekilde yaşamaya çalışırken de onlar gelsin maksadıyla yaşamamak gerekiyor. Bu süreçler tamamen fıtri olmalı, ben böyleyim. Gelmeyedebilir insanlar, bu beni ilgilendirmez. Şu an ben sorumluyum. Bu benim kendi kemâlât yolculuğum için çok önemli. O yüzden ben doğruyu uygulayınca artık kim gelir kim gelmez benim sorunum değil.
Müslüman olmayanlar tarafından sorulan bazı sorular da insanın niyetini tazelemesine ve kendini tekrar sorgulamasına vesile oluyor. Ben lisans okurken psikolojiye ek olarak, sosyal hizmetler ve din alanında da yan dal yapmıştım. Orada Hristiyanlıktan Agnostisizm’e kadar pek çok din hakkında dersler aldık. O derslerin de beni çok olgunlaştırdığını fark ettim. Amerika bünyesinde çok fazla din barındırdığı için insanlar farklı dinlere karşı daha açık fikirli olabiliyorlar. Onlarla oturup konuşabiliyorsun. O seni dinliyor, onun fikrini sen dinliyorsun ve iddialarından kurtuluyorsun. Bu yüzden iddialı bir din anlayışın olmuyor artık. Sen bir kulsun…
Hatta bir keresinde felsefe dersinde farklı inanç anlayışlarına sahip olan pek çok arkadaş vardı yine. Ben de derste Mevlana’nın bir sözünü söylemiştim: “Ben Allah’ı ne camii de ne sinagogda ne de kilisede buldum. Allah’ı ben kalbimde buldum ve benim iman yolculuğum hala devam ediyor.” Bu herkesin hoşuna gitti. İslamiyeti, insan olmak noktasından evrensellik vurgusu ile anlattığınızda buna hayır diyebilecek insan yoktur. Ama eğer İslam; belirli bir kalıp, ideoloji veya ülke bağlamında ele alınırsa o zaman itici olur. İşte böyle, Amerika’daki yolculuğum en çok iddialarımdan sıyrılmama yardımcı oldu. Bu minvalde de bir insan için en güzel tanım yolcu olmak bence. Ben bir yolcuyum ve sürekli yenileniyorum. Bunu da hatta şuraya bağlayabilirim: Bakara Suresi’nin ilk ayetinde geçen haliyle “Ellezine yu’minune” ifadesi hakkında ana dili Arapça olan birisi bana şöyle söylemişti: Bu bir isim değil, süregelen bir fiili ifade eder. Yani iman eden bir insanın iman etme yolculuğu hep devam eder. Bugün iyi bir insansın yarın ne olacağın belli değil. Bu yüzden sürekli gayret içerisinde olmak gerekli.
Doktorada bilişsel gelişim bağlamında ebeveyn-çocuk ilişkileri, akademik başarı ve kültürleşme stratejileri (acculturative strategies) konularını çalışıyorsunuz. Psikolojide sizi bu konuları çalışmaya iten motivasyon neydi?
İngilizce öğrenirken çok farklı milletlerden insanlarla arkadaşlık kurdum. O süreçte herkesin ortak bir sancısı olduğunu gözledim. Başka ülkelerden gelen insanlar Amerika’da kaliteli bir eğitimi, refah ve özgürlük ortamı içinde aldıkları için mutlular ama çocuklarını yetiştirme konusunda endişeliler. Çocukları okulda Amerikan kültürüne şahit oluyor ve İngilizce olarak dersleri görüyor. Çocuklar eve geldiklerinde ise kendi ailelerinin diline ve kültürüne maruz kalıyorlar.
Dışarıdaki ve içerideki hayatın dinamiklerinin bu kadar farklı olması, çocukların birtakım olumsuz psikolojilere girmesine yol açabiliyor. Çocuklar öz kültürlerinden kendilerini soyutladıkları zaman ise ebeveyn ve çocuk arasında bazı çatışmalar ortaya çıkıyor ve aradaki iletişim zedeleniyor. Doğal olarak ebeveynler de çocuklarını kaybetme endişesi taşıyorlar. Ben kendimde de bu durumun sebep olduğu stresi tecrübe ettim. Çocuğum olduktan sonra bu insanları daha iyi anlamaya başladım.
Peki, 28 Şubat’ın etkilerini tecrübe eden birisi olarak, sizce 28 Şubat’ı günümüz penceresinden tekrar nasıl ele almalıyız ki gençlerimiz bu acı hafızaya kıymet versinler ve pratik hayatlarına bu kıymeti geçirsinler?
Bu konuda ben şöyle düşünüyorum: Her dönemin kendine has bir sıkıntısı olur. Eğer Allah bu imtihanı benim ve neslimin tecrübe etmesini istedi ise, bu imtihan benim ve neslim için iyi bir eğitim aracıydı demektir. Şu zamanın gençleri ise bambaşka imtihanlarla karşılaşıyorlar. Şu anda ben bir gence, başörtüsü hakkında yaşadığım zorlukları anlatsam “ee nolmuş, ben şu an rahatım” diye düşünebilir. Bu yüzden, böyle demek yerine onları daha çok dinlemek ve onların iç alemlerinde benim tecrübe etmediğim sıkıntıları daha iyi idrak etmek için çaba göstermeliyim. O yüzden onlara kendi tecrübelerimden öğrendiğim metotlardan, stratejilerden bahsedebilirim. Bu pencereden bakınca da onları geçmişe götürmeye çalışmanın doğru olmadığını sonradan fark ettim. Bu yüzden de gençleri daha çok dinlemem gerektiğini düşünüyorum.
Gençlerin de en çok hikmet sahibi büyükler tarafından dinlenilmeye ihtiyaçları var sanırım. Bizim de takipçilerimizin çoğu genç hanımlardan oluşuyor. Sona yaklaşırken, onlara neler tavsiye edersiniz?
Gençlik dönemi insanın hata yapmak için en müsait olduğu zamanlar. Hata yapmak çok normal çünkü insan hata yaparak da öğrenir. O yüzden insan kendisine hata payı vermelidir ama sürekli olarak gayreti de unutmamalıdır. Gayret her konuda işe yarayabilecek bir değişkendir. İnsanoğlu gayret ile beraber bir maksat üzere yaratılmıştır. Yaratılan şey ya bizzat güzeldir ya da neticesi itibariyle güzeldir. Biz sadece bizzat güzele odaklandığımız zaman neticesi itibariyle güzel olanı kaçırıyoruz. Mesela benim gençliğimde yaşadığım en büyük mesele başörtü meselesiydi. Herkes için imtihanların türü farklı olabilir. O dönemde yaşadığım sorunların meyvelerini ben yıllar sonra aldım.
Bununla beraber, yaşadığımız her sıkıntının meyvesini ileride alacağız diye bakmak da doğru değil. Çünkü gayretin kendi içinde bir meyvesi vardır. Bir gayen olacak hayatta ve bu gayeyi küçük küçük basamaklarla sürdüreceksin. Buna karşın çoğumuz hemen sonucu görmek istiyoruz. “Ödev yapıyorum, A alacak mıyım?”, “Proje hazırlıyorum, projem kabul edilecek mi?” Hiçbir şey olmak zorunda değil. Ben üniversite sınavlarına şapka takarak girdim ve belli bir puan aldım ama Kıbrıs’a gidemedim. Sonra açıktan üniversiteye de gidemedim. Resmen bütün kapılar takır takır suratıma kapandı. Bir süre sonra bir yerlerde yanlış yapıp yapmadığımı sorgulamaya başlamıştım. Öyle anlarda sanki bütün sözler tükeniyor. Biz istiyoruz ki; bütün doğruların ve yanlışların yazıldığı bir kitap olsun ama hayat böyle değil. O yüzden bence hayatımızdaki en büyük motivasyon gayret olmalıdır.
Ben Amerika’da, Bilkent, Boğaziçi, Koç gibi çok iyi okullardan gelmiş ve halihazırda da çok iyi yerlerde olan insanlarla tanıştım. Bazıları “ee yaptık da ne oldu, şimdi ne olacak?” modundalardı. Onların bu halleri beni çok etkilemişti. Çünkü benim eğitim serüvenim hiç normal yollardan devam etmedi. Ben de eğitimi sorunsuz devam eden insanlar hiç sorun yaşamaz, kolayca profesör olurlar diye düşünüyordum ama gördüm ki; onların da farklı alanlarda bambaşka sıkıntıları var. O zaman dedim ki insanın en büyük motivasyonu gayesi ve gayesi içinde de çabalamasıdır. Hedefe ulaştıktan sonra, “şimdi ne olacak?” sorusu beni çok ürkütür. Belki de etrafımda bu örnekleri çok gördüğüm içindir. Hayat sürekli değişen bir olgu ve Rabbin küçük mektuplar halinde sana sürprizler gönderiyor. Bir kul için o sürprizleri fark etmenin ve okumanın çok büyük bir huzur kaynağı olduğunu düşünüyorum.
Gelecek için uzun planlar yapmak yerine, geleceği oluşturan şu an için gayret göstermek bence bizim amacımız olmalı. Zamanı ve gayret etme kabiliyetini birer nimet olarak bize veren ve o nimetlerden de başarılar veren yalnızca Allah’tır. Mesela benim doktora eğitimim neredeyse bitiyor. Ben doktoradan edindiğim ilmi insanların lehine nasıl kullanabilirim diyorum. Doktoranın nimetlerini insanlar için yararlı kılacak benim, mesleğim değil. Eğer bu şuurun tohumlarını gençlik zamanlarında yavaş yavaş atabilirsek, geçmiş bize ürpertici gelmez; bilakis ders almamız gereken bir unsur olur. Gelecek de korkunç gelmez çünkü yaşadığın anda gayret gösterdiğin zaman geleceği inşa eden sen değilsin zaten. Onun bereketi de Yaratıcı’nın iradesinde. İnsanların yaşadıkları sıkıntılara verdikleri tepkiler zihinlerindeki Allah tasavvurunda kilitleniyor bence. Ben nasıl bir Allah’a inanıyorum? Çabalarınla öğrendiğin bir Allah mı? Kültürün tarif ettiği bir Allah mı? Bu çok önemli. Allah’ı bir kere öğrendim ve kenara koydum deyince patlak veriyor. Çünkü her yaşanan olay, zihinlerimizde yaratıcı tanımının yerleşmesine yardımcı oluyor. Her defasında farklı bir şey öğreniyorsun.
Bazen bir şeyi korkunç olarak tanımlıyorsun. Bu sefer de Yaratıcı’nın rahmetini ve bereketini göremiyorsun. Pozitif ve negatif olarak algıladığımız tüm duyguları “hoş geldin” diyerek bir karşılamak ve onları kabul etmek gerekiyor. Bir bilim insanı şöyle söylüyor: İnsan en verimli, bereketli mahsulünü hayatının en karmaşık zamanlarında ortaya koyarmış. Mesela bazen her şey üst üste geldi deriz. Okul, iş, evlilik, şu, bu… İşte böyle zamanlar beynin en güzel çalıştığı dönem olurmuş. Her şey monoton devam ettiği zaman ise beyin tembelleşiyor. Beyni de çalışmayınca kabiliyeti azalan bir kas gibi düşünebiliriz. Hayatımızda kaos olarak gördüğümüz olaylar, kendi penceremizden öyle görünüyor aslında. Yoksa, onlar bizi olgunlaştırmak, kemâlata ulaştırmak için görevlendirilen memurlar. Ben o memurları misafir olarak değil de düşman olarak karşılarsam bu benim hatam olur, memurların hatası değil. Bunları gençlik döneminde görmek daha zor oluyor. O yüzden gençler başta olmak üzere herkese bu pencereden bakmayı tavsiye edebilirim.
Teslim olmak ve tevekkül etmek bağlamında söylediklerinizden her hakikat ehlinin kendine çıkaracağı çok ders var bizce. Kulağımıza küpe olması gereken çok güzel tavsiyeler verdiniz. Allah razı olsun. Çok istifade ettiğimiz bir söyleşi oldu.
Allah sizden de razı olsun.
Yorum yok! İlk sen ol.