Artık bu kısır kimlik politikalarından sıyrılıp bir Müslüman olarak kendimizi en baştan kurgulayabilme imkânına sahibiz. 28 Şubat’ı ve omzumuza bindirdiği baskıyı ya da içimizdeki öfkeyi ardımızda bırakmaya başta bunun için ihtiyacımız var ama öte yandan 28 Şubat tam da bu noktada bambaşka bir anlam kazanıyor.
İnsan psikolojisinde genel olarak kabul edilen görüş, anılarımızın sabit olmadığı yönünde. Yani her ne kadar yaşadığımız bir ânı tam da yaşadığımız hal ve şekilde hafızamıza kaydettiğimizi düşünsek de hatıralarımız zaman içinde değişip dönüşüyor, bizim için “unutulmaz” olan bir anıyı ancak üstüne eklediğimiz yeni bilgiler ve mevcut bakış açımızla yoğurarak hatırlayabiliyoruz. Sevindiğimiz bir ânı üzülerek, rezil olduğumuz bir ânı gülerek hatırlayabilmemiz hep bunun sonucu. Ne var ki bu durum yalnızca kişisel hafızamız için değil toplumsal hafıza için de geçerli.
Yaşanan bir ekonomik kriz, deprem, darbe ya da bir başka toplumsal travma; peşi sıra gelen siyasi olaylar, ideolojik gerilimler ya da hakim söylemlerle öylesine değişiyor ki adeta o olayı yaşayan biz değilmişiz gibi unutuyoruz gerçekte neler olduğunu. Hatta bu belki de iyi bir senaryo, bundan daha tehlikelisiyse zaten yaşandığı sırada hayatta olmadığımız ya da birebir tecrübe etmediğimiz olayları da ancak bu bulanık mercekten bakarak değerlendirmek zorunda kalışımız. Türkiye’nin görece kısa ama pek bir çekişmeli siyasi tarihinde bu bulanık mercekten değerlendirmek zorunda kaldığımız onlarca olay olsa da bugün üstünde durmak istediğim zaman dilimi 28 Şubat 1997 ve etrafında gelişen olaylar. Sahi o günden geriye zihnimizde ne kaldı? 28 Şubat’ta gerçekten ne olmuştu, bugünden baktığımızda ne görüyoruz? Yoksa artık 28 Şubat’ı konuşmak da “mağdur olmak” da bizim için anlamını yitirdi mi?
Soruları cevaplamaya belki de en sondan başlamam gerek çünkü günümüzde herhangi bir yerde 28 Şubat’tan ya da başörtüsü yasağından bahsetmek önce şu soruyla yüzleşmeyi göze almak demek: “Yine mi mağdur edebiyatı?” Acaba buraya yalnızca çiğnenen haklarımızdan bahsetmeye gelmiş olabilir miyim? Gerçekten, yalnızca acılarımızdan ibaret olabilir miyiz? Burada mağdur edebiyatının tanımını yaparak başlamam sanırım yerinde olacak. “Mağdur edebiyatı: yaşadığı acıları abartılı bir şekilde gündeme getirerek onlardan bir kazanç elde etmeye çalışma.” Onun kardeşi olan demagoji ise şöyle tanımlanıyor: “Bir kimsenin ya da topluluğun duygularını kamçılayarak, okşayarak, ona ya da onlara gerçek dışı şeyler söyleyerek onu ya da onları kendine çekmeye çalışma.”[1] Bu durumda mağdur edebiyatı yapabilmek için ihtiyacımız olan unsurlar şunlar:
- Ortamda bir mağduriyetin bulunması
- Mağdur olduğunu iddia eden tarafın bu iddia neticesinde bir kazanç elde etmek istemesi
- Bu mağduriyetin abartılı ifadeler ve gerçek dışı olaylarla süslenmesi
Şimdiyse gelelim en önemli kısma: acaba mağdur edebiyatına sahiden ihtiyacımız var mı? Bugünün Türkiye’sinde başörtülüler kamusal alanda son yüz yılın hiçbir dönemiyle kıyaslanamayacak kadar mevcutlar, en iyi üniversitelerden en iyi eğitimleri alıyor; deney yapıyor, makale yazıyor, film çekiyorlar. Bu durumdaysa ne açık bir mağduriyetten söz etmemiz mümkün ne de bunu iddia ederek elde edilecek bir kazançtan. Çünkü zaten Allah’ın izni ve yardımıyla, gözyaşı değil ter dökerek; dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek, insanlara yardım etmek, yara sarmak, dert dinlemek, bilgi üretmek ve güzellikleri yaymak için var gücümüzle çalışıyoruz.
Mağdur olduğumuzu iddia etmek bir yana, gayretimizle Allah’ın nasip ettiği şeyleri mağdur olduğumuz için elde etmişiz gibi davranılmasından da epey sıkıldık.
Ama bir de üçüncü madde var ki 28 Şubat’tan konuşmak orada anlam kazanmaya başlıyor: “abartılı ve gerçek dışı olaylar…” İşte bu noktada 28 Şubat’ın mahza hakikat olduğunu hatırlamak ve hatırlatmak hepimizin boynunun borcu. Ne sırf başörtüsünden dolayı üniversitenin kapısından giremeyen öğrenciler abartıyor ne de dindar olduğu bilindiği için görevinden ihraç edilen askerler. Tuvalet koridorlarında namaz kılmak zorunda bırakılan hakim-savcılar hayatımızdan uzak değiller, başörtülü olduğu için “…kocanın başını sen yaktın, ne olurdu açsaydın?” suçlamalarına maruz kalan hanımlar da öyle. Ne markette yürürken hamile olduğu halde darp edilip korkudan sesini çıkaramayan kadın anlatımını “gerçek dışı olaylarla süslemeye” çalışıyor ne de ağır kanser hastası eşinin tedavi görme hakkı elinden alınan komutan[2].
Ve inanır mısınız o zamanları yaşayan çocuklar bile yaşıtlarından daha çabuk olgunlaştı. 10 yaşında bir çocuk dini İslam olduğu halde İslamcı kelimesinin ne kadar provokatif bir mana içerdiğini bilebiliyor. 6 yaşındaki kardeşi, başörtülü hanımların resmi davetlere perukla katılmasını da evlerindeki tüm dini kitapların tek tek kaplanmış olmasını da garipsemiyor. İster inanın, ister inanmayın bunların hiçbiri hayal ya da masal değil. Bunlar bizim hikâyelerimiz. Annelerimizin, babalarımızın, her gün selam verdiğimiz teyzelerimizin hikâyeleri. Hatta 28 Şubat’ı anlamak için 1997’ye gitmeye bile gerek yok; üniversiteden yeni mezun olmuş ben, üniversite sınavına başörtülü girebilmenin ne büyük bir mutluluk olduğunu hatırlamakta zorlanmıyorum, bir devlet lisesinde okumanın nasıl bir hayal olduğunu da.
Bugün tüm bunları arkada bırakmış olmak hepimiz için büyük bir şükür kaynağı. Yapılacak çok iş, gezilecek görülecek çok yer, tanışılacak rengârenk insanlar var. Ama hepsinden önemlisi artık bu kısır kimlik politikalarından sıyrılıp bir Müslüman olarak kendimizi en baştan kurgulayabilme imkânına sahibiz. Bundan sonra ne olmadığımızı bırakıp “ne” olduğumuz üzerinden gidebilir; Allah’ın yeryüzündeki halifesi olmak ne demek, bir hayat Kuran ve sünnet üzere nasıl yaşanır sorularının cevaplarını ferahça arayabiliriz. 28 Şubat’ı ve omzumuza bindirdiği baskıyı ya da içimizdeki öfkeyi ardımızda bırakmaya başta bunun için ihtiyacımız var ama öte yandan 28 Şubat tam da bu noktada bambaşka bir anlam kazanıyor. O zamanların hayal değil hakikat olduğunu bilmek küfrün ne derece kesifleşip hayatımızı alt üst edebileceğinin sınırlarını göstermek ve bizi her daim bu tehlikeye karşı uyanık tutmak bakımından önemli. Ne içimizi kemirip herkese düşmanlık besletecek bir paranoyaya takatimiz var ne de tozpembe dünyalarda yaşadığımızı zannedecek kadar bir saflığa ihtiyacımız.
Sona gelirken bir de şunu sormak gerek; geride bıraktığımız 28 Şubat, acaba ne kadar geride? O zamanlar Müslüman kimliğimizle var olabilmenin sancısını çeken bizler şimdi de bu dünyanın şaşaası içinde boğulmamanın mücadelesini veriyoruz, bazen de veremiyoruz. “Başını aç” emri bir astsubayın dudaklarından değil salonumuzda otururken izlediğimiz bir videodan, okuduğumuz tweet’ten geliyor artık. Dinimizi ikinci plana atmak sanki baskının değil, özgürleşmenin(!) bir gereği. Varlığımızın temeline işleyen manaları terk edip[3] ruhlarımızı maddeciliğin kirli çarklarında ezdirmemiz karşılığında vaat edilen bir özgürleşme… Bu noktada Müslüman görünmek de Müslüman olabilmeye yetmiyor bazen. Bir Müslüman nasıl düşünür, nasıl davranır, eşyayla nasıl bir ilişki kurar, geleceği nasıl tasavvur eder yaptığımız işlerde bunu görmek gittikçe daha da zorlaşıyor. Son yıllarda “kazandıklarımız” ağzımıza çalınan bir parmak bal sanki de onları kaybetmemek adına kim olduğumuzu sadece bedenimizle değil ruhumuzla da ifade etmekten, Müslüman olduğumuzun vesikalık resmimiz yerine kurduğumuz cümleden anlaşılmasından, hak bildiğimizi konuşup haksızlığa dur demekten korkuyoruz. İşte o zaman 28 Şubat’ın ne kadar geride kaldığı cevap vermesi iyice zor bir soruya dönüşüyor.
Ebrar Sena Çekiç
[1] Oxford Languages
[2] Sadık Güray Balatekin, Madem O Var Her Şey Var, 1. Baskı, (İstanbul: Akıl Fikir Yayınları, 2021), 132.
[3] Michael Sugich, Ufuklardaki Ayetler, çev. Ömer Çolakoğlu,1. Baskı, (İstanbul: Ketebe Yayınları, 2019), 14.
Image by Freepik
Çok güzel açıklamışsınız. Yazınızı paylaştım şimdiden teşekkürler