Hoşgeldiniz Didem Hanım, öncelikle bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
Öncelikle nazik davetiniz için teşekkür ederim. Tabii, bahsedeyim. 1993, İstanbul doğumluyum. Annem ev hanımı, babam işçi. Üniversitede okuyan bir erkek kardeşim var. 4 yıllık evliyim ve 9 aylık da bir oğlum var elhamdülillah. İlkokulu mahallemizdeki devlet okulunda, liseyi Robert Kolej’de okudum. Ardından da üniversite eğitimimi Yale Üniversitesi’nde tamamladım. Mezun olduktan sonra Amerika’da yaşamak istemediğime karar verdim. TRT World’den gelen teklifi değerlendirdim ve orada işe başladım. Birkaç sene bu kanalda çalıştıktan sonra 2019’da TRT2 açılınca orada görev aldım. Bir seneden fazla burada çalıştıktan sonra annelik iznine ayrıldım. Şu anda TRT bünyesinde yeni bir dijital proje üzerinde çalışıyorum.
Allah muvaffak etsin. Sizin hikayenizde dikkatimizi en çok çeken şey, daha 14 yaşında girdiğiniz Robert Koleji’nden inançlarınızı ve değerlerinizi muhafaza ederek mezun olmuş olmanız. Aslında pek çok insana bu durum kaygı verici gözüküyor. Peki, sizin tecrübeniz nasıl oldu?
Aslında bu kararın, o dönem için bilinçli verilmiş bir karar olduğunu düşünmüyorum. Geriye dönüp baktığımda kendimde biraz cahil cesareti görüyorum. İçeriğini bilmediğiniz bir mücadeleye koşmanız bazı yönleri ile daha kolaydır ya hani, onun gibi. Ailemde de daha önce herhangi bir Robert Koleji, Amerikan Koleji veya yurtdışı eğitimi tecrübesi olan yoktu. O yüzden onların da pek fikirleri yoktu.
Benim liseye giriş sınavına çalışırken hedeflediğim lise İstanbul Erkek Lisesi idi ama Robert Koleji o sene asil listeden kabul alan öğrencileri okulu gezmek üzere davet etti. Gezmeye gittiğimde okulun imkanları tabii ki beni çok etkiledi. Diğer devlet ve vakıf liselerine oranla çok daha geniş imkanları ve sosyal alanları olan bir okul. Türkiye’nin pek çok üniversitesinden daha kapsamlı ve güzel bir kütüphanesi vardır mesela. Kampüsü de gerçekten çok güzeldir. Ben o dönemde de başörtülüydüm ama liseye başladığım 2007 yılında imam hatipler ve bazı özel okullar dışındaki liselerde başı kapalı okumanız mümkün değildi. Ben de lise boyunca okulun içine girdiğimde başımı açmak zorunda bırakıldım.
Benim gibi dini hassasiyeti olan ve bazıları tesettürlü olan bir iki arkadaşım daha vardı, birkaç da mütedeyyin erkek öğrenci vardı ama hepimizi toplasanız bin kişilik okulda belki beş on kişiydik. Lise sürecinde fikirleri ya da hayat tarzı değişen arkadaşlarımız da oldu tabi. Sorunuzda dediğiniz için söylüyorum belki dışarıdan “bozulmadan çıkmış” gibi gözüküyoruz ama o dönemlerde manevi, psikolojik ve entelektüel anlamda iç dünyamızda ne tür tahribatlar oldu ya da en hafifinden orada okuduğumuz için neler eksik kaldı bilemiyoruz. O yüzden bazı dindar aileler çocukları için Robert Koleji’ni tavsiye edip etmediğimi sorduklarında gönül rahatlığıyla tavsiye ediyorum diyemem.
Peki, Robert Koleji’nin en sevdiğiniz yönü neydi?
Ben öğrenmekten çok keyif alırım. Bu anlamda benim için okul gerçekten çok tatmin ediciydi. Yine de okulla aramda garip bir sevgi-nefret ilişkisi var diyebilirim aslında. Bir yandan bazı hocaların derslerinde çok keyif alıyordum; öyle ki zil hiç çalmasın, ders bitmesin isterdim. Diğer yandan da sosyal anlamda bazı öğrencilerle, öğretmenlerle ve idarecilerle olan ilişkilerim beni çok zorluyordu. Bilirsiniz, lise yılları kişinin tam akranlarından onay beklediği yıllar oluyor, hatta sırf bu psikolojik ihtiyaç sebebiyle gençler sigara içmek gibi pek çok hatayı bu dönemde yapıyorlar. Ben de o yıllarda sessiz bir akran baskısına maruz kaldım.
Robert Koleji’nde şöyle bir kültür vardır: kimse sana direkt olarak baskı, zorbalık yapmaz. Herkes kendi havasında takılıyor gibi durur. Bununla beraber, tabii ki ana akımın dışında kalan bireyler bunun bedelini sosyal olarak öder. Liberal Amerikalıların “kibar” ırkçılığına benziyor aslında. Ben ve birkaç tesettürlü kız arkadaşım dışlandık. Böyle bir durumda erkeklerin görünmez dindar olması, dış görünüşleri itibariyle, daha kolay entegre olmalarını sağlayabiliyor. Bizim için ise bir süre sonra başörtülü olduğumuz okulda yayıldığı için -okulda başımızı örtemesek dahi- aynı durum söz konusu değildi. Lisenin son yıllarına doğru daha çirkin olaylar da yaşamaya başlamıştık. “Orada nasıl hayatta kaldınız?” diye sorarsanız eğer; bir bence ana baba duası ile, iki de okulda kedilere, ağaçlara tutundum ben. Onlar her an zikir halinde diye düşünerek beş yıl süren o yalnızlığı öyle geçirdim.
Bir de ben kendini ifade etmeyi seven bir insanımdır. Yaşadığımız zorluklar karşısında susmayı değil konuşmayı seçtim. Sınıfta İslam’ı, dindarları, Osmanlı tarihini aşağılayıcı söylem, itham veya iftiralar olduğunda ya da katılmadığım herhangi başka bir konu olduğunda fikrimi beyan ederdim. Hani ergenlik döneminde gençlerin bir asilik ihtiyacı vardır ya, ben de o asiliği Robert Koleji ve onun temsil ettiği düzene baş kaldırarak yaşamış oldum. O yıllarda benim için Robert, karşımda dominant ve seküler bir hegemonyaydı.
Mesela, ben lise birinci sınıfa giderken şöyle bir olay olmuştu: Bir gazeteci Robert Kolej hakkında köşe yazısı yazmak üzere okula gelmişti. Robert Kolej yöneticileri de ona elitist olmadıklarını, burslu okuyan ve/veya Anadolu’dan gelen pek çok öğrencileri olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı. Gazeteciyle röportaj yapmak üzere beni müdürün odasına çağırmışlardı. Odada okuldan bir kaç Türk ve Amerikalı idareci daha vardı. Gazeteci bana bir şeyler sormuştu, tam hatırlamıyorum ama cevaben ona “ Buradaki öğrencilerle aramızda ideolojik farklılıklar var.” minvalinde bir şey demiştim. Gazeteci de, “Sen 14 yaşındasın, buradaki öğrencilerle ne gibi bir ideolojik farklılığın olabilir ki?” demişti.
Gerçekten de lise çağınızda zor tecrübeler edinmişsiniz. Biraz da Robert Koleji’nin size olan olumlu katkılarından bahsedecek olsanız, neler söylersiniz?
Müslüman olarak geriye dönüp baktığında hiçbir zaman keşke demiyorsun, olanda hayır vardır diyorsun. Robert Kolej’i, insanlar çocukları için tavsiye edip etmediğimi sorduklarında farklı bir zihinle yaklaşıyorum, kendim için sorulduğunda farklı yaklaşıyorum. Kendi açımdan düşündüğümde bana inanılmaz vizyon kattığını söyleyebilirim. Sonuçta okulun 150 yıllık bir kültürü var. Politik olarak durduğu yeri, ilk kurulduğu dönemki misyonerlik faaliyetlerini, iyisini kötüsünü tartışırız ama köklü bir liseden mezun olmak bana çok vizyon katan bir şey oldu. Bu vizyon penceresinden, ümmet içerisinde kendi yerimi de şöyle değerlendirmeyi öğrendim: Herkesin karakteri ve becerileri farklı, bu yüzden biçilen roller de farklı. Bazıları iç meselelerle ilgilenmeye daha yatkın olabilir mesela. Ben ise kendimi biraz daha sınırlarda mücadele etmeye uygun buluyorum.
Ümmeti Muhammed’in tabiri caizse (kültürel anlamda) dış işleri biriminde vazife almaya niyet ediyorum gibi düşünebilirsiniz. Bunu da lisedeki ve üniversitedeki tecrübelerime bağlıyorum. Bu yüzden de, üniversiteye gittiğimde direkt olarak İslam ile alakalı bir konu çalışmak istemedim. Amerika çalışmak istedim. Zaten düşünüyorum da, muhtemelen ben Robert Koleji’nde okumasaydım, Yale Üniversitesi için Amerika’ya gitmezdim. Diyelim ki Amerika’ya gittim. Okumuş olduğum şeyi okumuş olmazdım. Türkiye toplumu penceresinden, geleceği daha garanti olan bir bölüm okurdum.
Daha sonra Yale’de, Amerika’nın en iyi ve köklü kurumlarından gelen insanlarla beraber okudum ama eğitim anlamında kendimde hiçbir eksiklik hissetmedim. Geriye dönüp baktığımda Robert Koleji’nin 150 yıl içerisinde batı müfredatı üzerine inşa ettikleri eğitimlerini güzel bir zemine oturtmuş olduklarını düşünüyorum. Türkiye’deki yerel okul kültüründen ayrıldığı noktalar var, hepsi olumlu değil tabi sadece farklı. Mesela, Robert Koleji’nde sınıf kültürü yoktur. Herkesin kendine ait bir ders programı vardır. Kendi dolabın vardır, kitaplarını alıp dersten derse gidersin. Eğitim sisteminde dâhi kendini belli eden bu bireyselcilik, kişisel rekabet ile beraber Amerikan kültürünün önerdiği kapitalist ve bireyci hayat tarzı ve felsefesinden kaynaklanıyor aslında.
Evet, bahsettiğiniz gibi Amerikan kültürüne ait bireyselci paradigmanın izlerini biz de dışarıdan gözlemleyebiliyoruz. Peki, siz Yale Üniversitesi’ne gittiğinizde Müslüman bir kadın olarak orada nasıl tepkiler aldınız?
Yale Üniversitesi’nde çok fazla Müslüman vardı. Okul bünyesinde her dinin kendi lideri olduğu için bir imam da vardı. Başörtülü kızlar da vardı ama dindar Türk yok denecek kadar azdı. O yüzden insanların tepkileri de enteresan oluyordu. Aslında onların bizim kendi içimizdeki ayrımlardan pek haberleri yoktu ve farklı düşünen insanları tanımıyorlardı. Yale’nin liberal siyaset ortamında Trump’ı gömmek nasıl doğal karşılanıyorsa, Türkiye deyince de Erdoğan karşıtı olmak en beklenen duruştu çünkü sadece sol görüşlü Türklerle tanışmışlardı. Türkiye’ye dair, sadece tek taraflı olarak seküler elitlerden duydukları bilgilere sahiplerdi. Onlara “Hayır ben öyle düşünmüyorum.” deyince önce biraz şaşırıyorlar, sonra cevap veriyorlardı.
Bunlara ek olarak, kendi açımdan da Müslüman kimliğimde bir olgunlaşma yaşadığımı söyleyebilirim. Küçük yaşlarımda girdiğim Robert Koleji’nde sosyallik anlamında büyük bir mahrumiyet yaşadıktan sonra Yale’nin liberal ortamının beni kabul edişini çok hevesle karşıladım ve çok fazla arkadaş edindim. Başlarda herkes çok iyi ve çok özgür geliyordu bana. Ama insanlarla daha derin sohbetlere girdiğimde, o liberal kabullenişin o kadar da koşulsuz olmadığını anladım. Sen Müslüman olabilirsin, başörtülü olabilirsin, arada beş dakikada namaz kılıp gelebilirsin ama “içkili masaya oturmuyorum” gibi daha talepkâr bir şekilde dinini yaşamak istersen çıkıntılık yapmış olursun. Yani onların liberal anlayışının sınırları, kendi hayatını onların hayatına uydurduğun sürece geçerli. Ancak olumlu yönden de çok şey tecrübe ettim. Örneğin, birçok farklı milletten Müslüman ile arkadaşlık, dostluklar kurarak umre, hac gibi dönemlerde tattığımız o ümmet duygusunu hissettim.
Peki, Amerika’dan bu kadar çok bahsettikten sonra size ırkçılık sormazsak olmaz. Zaten siz de şu an ırkçılık üzerine yüksek lisans yapıyorsunuz. Konu olarak ırkçılık seçmenizdeki motivasyonunuz neydi?
Benim ırkçılık çalışmam şöyle başladı. Türkiye’den üniversite için Amerika’ya gittiğimde, ben de buradan giden pek çok kişi gibi Orta Doğu çalışmalarına yöneldim. Biraz ders aldıkça fark ettim ki, bütün bu derslere hakim olan oryantalist bakış açısı beni çok rahatsız ediyor. Sonra, istişare ettiğim Müslüman doktora öğrencileri bana Amerikan çalışmalarını önerdi. Bu alandan aldığım, giriş niteliğindeki ilk derste hoca köleliğin bitiminden günümüze kadar siyahilerin yaşadıklarını anlatıyordu. O dersten inanılmaz etkilenmiştim. Hoca da siyahiydi ve çok içselleştirerek anlatıyordu. O derste içimden “ben galiba bunu çalışmak istiyorum” demiştim. Nedenini bilmiyorum ama bu konu beni çok derinden yakaladı. Kendi hikayemde, ırkçılık ile başörtüsü arasında kurduğum bağlantıdan kaynaklı olabilir. Ya da o derslerde öğrendiğim yeni kavramlarla kendi deneyimlerimi tanımlayabilmekten kaynaklanan bir bağ da olabilir.
Robert Koleji’nde okurken mesela düşünüyordum. Ben işçi sınıfı, normal bir aileden geliyorum. Kendi mahallemde az eğitim almış ama dindar insanlar var. Okuduğum lisede ise kaliteli eğitim almış ama inançsız ya da şöyle diyelim laik insanlar var. (tabii ki herkesi kastetmiyorum ama genel olarak okulun profili belli) Üniversitede sıkça duyduğumuz “korelasyon nedensellik değildir” kaidesini de o zamanlar bilmiyordum. Dindar olmak ile cahil olmak arasında istemsizce bir neden-sonuç ilişkisi kurduğumu fark ettim yani doğru gelmese de bu korelasyonu başka türlü anlamlandıramıyordum.
Üniversitedeki hocam, ırkçılığı anlatırken bu tarz yanlış kabullerden de bahsediyordu. Bir örnekle açıklamam gerekirse, “Hapiste daha çok siyahi vardır. Bu yüzden siyahiler suça daha çok eğilimlidirler” gibi bir çıkarım yapmak yerine “Siyahiler bazı sebeplerden ötürü işsiz kaldılar. İşsizlik oranı arttığında suç oranı da artar. Ayrıca aynı suçu işleyen beyaz biri yakalansa da ceza almaz ya da daha az ceza alır” diye açıklıyordu. Bunu yapabildiğin zaman; hapiste daha çok siyahi olmasının, onların suça meyilli olması dışında arka planda çok sistematik, ırkçılığa dayanan bir kurulu düzen olduğunu anlıyorsun.
Türkiye’de aynısını görüyoruz. Mesela, Türkiye’de sınıfsal ayrım neden aynı zamanda seküler-dindar kırılımı ile taban tabana ilerlemiş. Bunun çok fazla sebebi var tabii ama en önemlilerinden birisi ülke tarihi. Bu ülkenin tarihinde on yıllar boyunca dindar insanlar sistem tarafından baskılandı. Bu da beraberinde bazı entelektüel ve ekonomik yoksunluklar getirdi tabii ki. Bu pencereden bakınca ırkçılığı kişisel bir ön yargıdan ziyade, sistematik bir zulüm olarak algılamak daha doğru olur. Bu çerçevede, Robert Kolej’inde okurken yaşadığım en büyük masumiyet kaybı “Bu insanları bir kişi bir kişi dönüştürebilirim” düşüncesiydi.
Mesela başörtüsüne önyargısı olan insanları düşünelim. Sen böyle insanlara kendini ifade ettiğinde, “Aa sen ne kadar eğitimlisin, açık görüşlüsün, entelektüelsin; hiç onlara benzemiyorsun.” gibi cümleler duyuyorsun. Amerika’daki siyahiler da aynı cümlelerle karşı karşıya kalıyorlar. Yani sen o kişi tarafından istisnalaştırılıyorsun ve o kişiye kendini doğru ifade etmek için saatlerce harcamış olduğun emek senin grubuna genellenmiyor. İşte bu açılardan ırkçılık ile başörtü zulmü arasında büyük paralellikler var. Böyle birileriyle karşılaştığımda da şöyle düşünüyorum: Biz insanlara İslam’ı doğru temsil etmek noktasında güzel örnek olmakla, onların sorularını cevaplamakla ve tebliğ etmekle mükellefiz ama ben kimseye kendi varlığımı kanıtlamaya çalışmak için emeğimi ve enerjimi harcayamam.
Ben batı sisteminde yetişmiş biri olarak Türk İslam düşüncesi literatürüne çok hakim değilim, bu benim eksikliğim. Belki de bu yüzden, ben de siyahi düşünürlerden çok etkilendim, onlarla empati kurdum. Çok sevdiğim yazarlardan birisi, Toni Morrison der ki: “Kendini uzun hissetmek için karşındakinin diz çökmesine ihtiyacın varsa eğer sorun sendedir.” Ben de siyahilerin entelektüelleri üzerinden kendi içimde bir dönüşüm yaşadım. Malcom X hem Müslüman hem de siyahi olması yönüyle kendime çok yakın bulduğum bir düşünür. Beni en çok etkileyen şey ise kendisinin vakur Müslüman duruşu. O dönemde güçlü duruşuyla kendi toplumunu dik tutmaya çalışıyor ve şöyle diyor: “Size kendi saçınızın dokusundan, teninizin renginden nefret etmeyi kim öğretti?”. Geçenlerde karşıma bir video çıktı; siyahi küçük bir kız, çirkin olduğunu düşündüğü için ağlıyor. Bu kız böyle bir dünyanın içinde büyüyor.
Ben de küçükken kendimi hatırlıyorum. Roman okuduğunuzda, kendinizi olay kurgusunun içinde hayal edersiniz ya, başörtüsü benim için büyük bir bariyerdi. Başörtülü roman kahramanı hayal edemezdim. Sonra, bunun bir temsiliyet problemi olduğunu anladım. Şu anda televizyonda görünürlüğü artan başörtülü kimseler eskiden hiç yoktu mesela. Geçen oğlumla çizgi film izlerken başörtülü bir karakter gördüm ve inanılmaz mutlu oldum. Medyadaki tesettürlü temsiliyeti çok mu iyi tartışılır ama bir yerden başlamak gerekiyor. Bilirsiniz, Bir Başkadır diye bir dizi çıktı, bence fecaat bir hikaye ama başkaları bizim hikayemizi anlatmaya devam ettiği sürece onlardan daha iyisini bekleyemeyiz.
Bu nedenle kendi hikayelerimizi kendimiz anlatmalıyız. Biz de Bi’tanıdık olarak bunun için çabalıyoruz. Amerika’daki ırkçılık ile Türkiye’deki başörtü zulmünün böylesine bağlantılı olduğunu tahmin edemezdik. Kafamızda çok güzel bir resim oldu. Genel olarak çok istifade ettiğimiz bir söyleşi oldu. Çok teşekkür ederiz. Allah razı olsun.
Ben teşekkür ederim, sizden de razı olsun.
Son olarak, takipçilerimizin çoğu genç hanımlardan oluşuyor. Bizlere vereceğiniz tavsiyeler var mı?
Benim naçizane tavsiyem güzel mümin dostlukları sosyal hayatınızın hep merkezine koymanız yönünde. Efendimiz ‘in (sav) dediği gibi kişi sevdiği ile beraberdir. Sevdiğimiz insanlar güzel kullar olursa birbirimize iyi ve doğruyu, sabrı tavsiye eder ve birlikte cennete yürürüz İnşallah.
Yorum yok! İlk sen ol.