Ağır bir iş veya okul günü bittiğinde her şey emeğimizin sonucu ve neye sahip olduğumuzla ilişkilidir. Kazançlarımızın ağırlığını da kendi emeğimizden tartar ve anlamlandırırız. Biraz da bundan sebep garajda şirket kuran milyarder ceo ya da okumamış çobanın ‘‘kendini yaratma’’ öyküsü hep çok ışıltılı gelmiştir. Tüm bunlar hayatta kadir-i mutlak bir aktör olduğumuz fikri tarafından kuşatılmış olduğumuzu gösteriyor. Haddizatında bu, iradeden ilahi bağları koparmaya gayret eden, başka yükümlülükleri başarıya dahil kılmayan habis kuşatmanın yerine öz güven ve maharetle koymamız gereken bir şeyler vardır.
“Evinde ailesiyle güven içerisinde oturan kimse, Allah Teâlâ’ya ve lütfuna, denizde bir tahta parçası üzerinde olan kimseden daha az muhtaç değildir.” (el-Vasiyyetü’l-Mübâreke,77).
Elifi elifine kavrayıp unutmamamız gereken gerçeklik, ne kadar ve hangi nitelikte emek verip ulaştığımız servetten veya hangi pozisyona geldiğimizden bağımsız olarak, Allah’ın lütfuna duyduğumuz ihtiyacın dışarıdan daha az refah içerisinde gözüken birinin duyduğu ihtiyaçtan hiçbir zaman daha az olmadığıdır.
Pandemi sonrasında o vakte kadar dayatılan meşum üretme kültürüne inancın zayıflamasına, içsel huzura ve maneviyata yönelişin artmasına rağmen küresel durgunluk gibi durumlar aynı verimlilik ve üretkenlik terörüne bizi yeniden sürükledi. Bu kültür bireylerin değerini yalnızca ürettiği çıktılar üzerinden ölçen ve buna müdahale eden her şeyi zehirli gören bir anlayıştır. Bu anlayışa göre bedensel enerjimizi eksiltip daha fazla üretmekten bizi alıkoyan her türlü ‘‘zehir’’, ceket gibi çıkarılıp asılması gereken kapı dışı bir gerçeklikken, ‘’üretmediğimiz zamanlarda’’ kendimizi sonraki üretim sürecimize hazırlamak için izole bir vakte ihtiyaç duyuyoruz. Bu noktaya kadar serüvenin ne kadar pürüzsüzleştirildiğinin ve rafine bir yaşam şekline nefes alacak yer bırakmadığının eminim hepimiz idrakinde olmuşuzdur.
Her şeyin direkt bir somut getiriye hizmet etmesi mecburiyetine dair gerçek dışı görüş; namazı meditasyon, orucu diyet, haccı turistik ziyaret mahiyetinde gösterip (bu ibadetlerin) dünyevi menfaatlere hizmet ettiği hesaplamasını da beraberinde getiriyor. Yaptığımız bir iyiliği en önce bize de aynısı yapılsın diye yapıyoruz, bize de aynı kişi denk gelsin diye iyi bir haslet ediniyoruz. Aslında önce kulluk niyetiyle yapacağımız bir şeyi bir tahsisat mukabilinde düşünüp tartıyoruz.
En kıymetli şey olarak itibar gören bu toksik üretim ve koşuşturma kültürünün pratikteki karşılığı olarak hayatımızın merkezine oturan meslek serüvenimizin zihnimize ve amelimize yerleşimi, bu dünyada da ahirette de bize ait resmin mühim bir parçası olarak bulunacak. Peki, biz modernizmin ve kapitalizmin dayattığı emek-sonuç şemalarına nazaran nerede durmalıyız; niyetimizi ve iç muhasebemizi nasıl kurmalıyız?
Bu durumun vehameti farklı gruplarca da çoktan fark edilmiş ve halihazırda minimalizm, sürdürülebilirlik, mindfulness 🙂 gibi çözümler üretilmiş olsa da pek tabii ki, inancımızdaki emek-sonuç şemasının yerini tutabilecek cevvalliğe sahip değil. Aslen koşuşturma kültürüne alternatif olan, bereket kültürümüzdür. Gerçek nihayetin ve asıl neticenin Allah’tan geldiğini anlatırken; maddi kazancın peşinde ömrünü heba etmeye, kârı daima öncelemeye, kazancı kendindenmişçesine sertçe kollamaya, fütursuzca çekiştirmeye, ondan sebep haset duymaya, kırılganlığında öz güvensiz kalmaya dair eğilimleri imtihana tutan bir mekanizma olarak karşımıza çıkıyor. Bu yaptığımız işin neticesine dair duruma odaklanmak ve ondan emin olmaya çalışmak yerine işi sürekli Allah’ı zikrederek ve ondan isteyerek götürmek, her sonuçtan razı olmaya çalışmak anlamına geliyor.
Bereket, genel düzeyde, bir şeyde var olduğunda onda beklenmedik bir bolluğa yol açan bir armağan olarak anlaşılırken; istikrar veya devamlılık olarak da gözlemlenebilir diyor Mohammed Faris. Bazen bir işte sebatımızı sağlayan odağımız veya yaşadığımız onca şeye rağmen sahip olduğumuz içsel huzurumuz olarak da görünebilir. Yaptığımız bir işte zamanın bir anda yitip gittiğini, bazense genişlediğini hissederiz. Elimizde olmadığına inandığımız beklenmedik hayırlar için dua ederiz. Çok çalışkan veya yetkin bir kimse bir pozisyonda takılı kalmışken daha az yetkin gözüken kimseye çok kapılar açıldığını görebiliriz. Bunları bütünüyle açıklayabilecek bir rasyonalite mevcut değildir. Kalem suresinde anlatılan ‘‘Biz, vaktiyle şu bahçe sahiplerine belâ verdiğimiz gibi onlara da belâ verdik. Hani bahçe sahipleri, (“Allah izin verirse” gibi) bir kayıt koymaksızın sabah erkenden bahçenin mahsulünü kesinlikle devşireceklerine yemin etmişlerdi. Fakat onlar uykudayken rabbin tarafından gelen kuşatıcı bir âfet bahçeyi sarıverdi de bahçe kesilip kurumuş gibi oldu. Sabahleyin birbirlerine şöyle seslendiler: ‘’Eğer devşirecekseniz erkenden tarlanızın başına gidin!” Derken yola koyuldular. Birbirlerine şöyle fısıldıyorlardı: “Aman, bugün orada hiçbir yoksul yanınıza sokulmasın!”’’ Amaçlarını, planladıkları gibi gerçekleştirmek üzere erkenden yola düşüp gittiler. Bahçeyi gördüklerinde ise, “Herhalde yanlış yere gelmişiz; yok yok, ürünü kaybetmişiz” dediler. İçlerinden aklı başında olan biri şöyle dedi: “Ben size, ‘Allah’ın yüceliğini dile getirmelisiniz’ dememiş miydim?” Şöyle cevap verdiler: “Rabbimizin şanı yücedir; doğrusu biz haksızlık etmişiz.” hikayesi tüm başarının nihayetinde Allah’ın nimeti olduğunu kabul etmemiz gerekliliğini bize anlatıyor. Sonuçtan bağımsız emeğimizden emin olmalı, sonucun yine Allah’tan olduğunu kendimize hatırlatmalıyız.
“Olgunlar için ağaçlardaki tek bir yaprak mârifetullâhı anlatan bir dîvandır. Gâfiller için ise bütün ağaçlar, bir tek yaprak bile değildir.” (Sâdî-i Şîrâzî)
Belki de bir yerdeki bereketi ya da bereketsizliği tanımamamızın, tamahkâr ve şükürsüz kalmamızın, mutluluğumuzun önündeki en büyük engel; içerisinde bulunduğumuz durumdaki lütufları görmemek, neyden minnet duymalıyız diye düşünmemektir. Belki de başka bir düşünme pratiğinde, zenginlik içerisinde yüzerken hâlâ sahip olmadığımız şeyleri düşünüp durmaktayız. Şüphesiz ki bu, bizi şımarıklığa ve egosantrik bir yaklaşıma götüren bir felaket olarak kendini gösteriyor.
Bu düşünme biçimini edindiğimizde de aslında başarının, servetini ne kadar büyüttüğün ya da terfi ettiğin pozisyonla ilgili değil; bizi rabbimizin rızasına götürecek hayat ve zihin tarzını sürdürebilmek ile ilgili olduğu fikrini daha sağlam bir zeminde sahiplenebiliriz.
Peki, bu yaşam üslubunu kendi hayatımızda nasıl ilmek ilmek işleriz sorusuna geldiğimizde bunun cevabını öncelikle; bugüne kadar algıda seçicilikte bulunmadığımız, ancak her işe besmele ile başlamamız gibi pek çok hayatımıza yerleştirilmiş ve bize öğütlenmiş detayda kolayca bulabileceğimize dikkat çekmeli. Kur’an-ı Kerim’de de bereketin otuzdan fazla kez geçtiği bulunmuş. Helal rızık (yediklerimiz, içtiklerimiz, satın aldıklarımız gibi), hürmet ve edebin bereketi, dosdoğru kılınan namaz, zekat vermek ve infak etmek, selam, şükür ve tevekkülü bereketi sağlayacak durumlar olarak sayılırken bereketi eksiltebilecek şeylerde Allah’a ve peygamberlere karşı gelmek, faiz, nimetlere nankörlük etmek en temel noktalardır.
Bir de benim kendi yaşamımda da tabi olduğum ve inandığım naçizane bir şey var var. Özellikle Osmanlı’ya baktığımızda kasapların aynı zamanda bahçıvanlıkla uğraşıp tabiatlarını yumuşattıklarını; başka meslek erbaplarından meşhur lale yetiştiricileri olduğunu, tıp profesörlerinin bestekâr, hattat, müzehhib olduğunu görüyoruz. İnsan mesleğinin doğası ve ihtiyaçları gereği hayatını hızlandırıp maddileştiriyor. Bu bakımdan Süheyl Ünver’in ‘‘Her insanın bir mesleği olmalı, bir de meşgalesi. O meşgale bizim kültürümüzdür.’’ öğüdünü kıymetli buluyorum. İnsanın uğraştığı herhangi bir şeyde ne kadar iyi ve güzel birliğinin terk edilmemesine inansam da koşuşturmadan bir şeyi inceltmekle meşgul olmak onun hayata genel anlamda da daha itinalı nüfus edebilmesini sağlıyor. Tabii ki bu meşgale her zaman bir sanat eğitimi, meslek de maddi kazanç getiren bir şey olmak mecburiyetinde değil, bazen mesleği ev hanımlığı olan bir annenin çocuğuyla kurduğu incelikli ve anlamlı ilişki gibi de gözükebilir gibi geliyor. Ancak pek tabii, önce kendine incelik katan; bakışına, dünyaya ve başkalarına bir şeyler katabilir.
Yazıdan önce beslendiğim ve sizin de daha detaylı okuma yapmayı dilerseniz göz atabileceğiniz kaynaklar: el-Vasiyye (İmam-ı Azam Ebu Hanife) ve The Barakah Effect: More With Less (Mohammed Faris) kitapları, Osman Nuri Topbaş Hocaefendi’nin bereket kavramına dair yazıları.
Son okuması için Müzeyyen’e teşekkürlerimle.�
Yazıya dair fikirlerinizi ulaştırırsanız çok mutlu olurum! (e-posta adresim: betulkaraca5@gmail.com)
Yorum yok! İlk sen ol.