“…İslamiyete dair kurulan bütün süslü cümleler, babamın her şeyi İslam kılıfına uydurması, çevremdeki insanların işlerine geldikçe İslamiyet’i kullanması, etrafımda durmadan devam eden ihtilaflar, dini sorgulamamam gerektiğine dair verilen telkinler, Kur’an’ı anlamaktan korkan ailem ve yüce kitabımızı bir o kadar merak eden bir çocuk: ben… İşte bu tezatlıklar, etrafımda durmadan dönen sorular halkasına dönüşüyorlardı adeta.“
Toplum nezdinde dindar sayılabilecek bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim. Ailemden güzel kitaplar okumayı, ibadetlerimi ve zamanı gelince de tesettürün gerekliliğini öğrendim. Lakin eksik kalan bir şeyler vardı. İslamiyete dair kurulan bütün süslü cümleler, babamın her şeyi İslam kılıfına uydurması, çevremdeki insanların işlerine geldikçe İslamiyet’i kullanması, etrafımda durmadan devam eden ihtilaflar, dini sorgulamamam gerektiğine dair verilen telkinler, Kur’an’ı anlamaktan korkan ailem ve yüce kitabımızı bir o kadar merak eden bir çocuk; ben… İşte bu tezatlıklar, etrafımda durmadan dönen sorular halkasına dönüşüyorlardı adeta.
Çocukluğumda Allah’ı çok sevdiğimi ama içten içe O’nun bana ceza vermesinden korktuğumu hatırlıyorum. Bir de, küçüklüğümden beri islam’ı hayatımda bir yere koymaya çalışıyordum. İslam benim için ne anlam ifade ediyordu? Öncelik sıramda neredeydi? Hangi işlerimi islam’a göre yapacaktım, hangilerinde istediğim gibi davranacaktım?
Laiklik… Maalesef aileme, onlardan da bana nüfuz etmişti. Evet, ne kadar inkar edilirse edilsin. Bu sistem önce akıllarımıza sonra da kalplerimize işlemişti.
İşte ben de çocuk halimle, din ve dünya hayatının arasındaki o ince çizgide kalakalmıştım. Bu arafta kalmışlık hissi, beni bunaltıyordu. Doğruları aramayı bilmiyordum, büyüklerim ise daima sorularımdan korkuyordu. İslam’a kağıt üzerinde tabi olan, günlük hayatında ise dinden bihaber olan bir insana dönüşüyordum gitgide. Ama bu dönüşüm, beni boğuyordu. Bu bıkkınlık hali günlük hayatıma da sirayet etti. Tesettür, namaz, oruç gibi ibadetler fiili birtakım eylemlere dönüşmüştü yalnızca; içi boş ve taklitten ibaret. Sadece tesettür kaldı yanımda; o da her gün sorguladığım bir olguya dönüştü ve yalnız başı örtmekten ibaret oldu.
Ve ergenlik yılları geldi çattı. Cevap verilemeyen sorularım, artık öfkeye dönüşmüştü. Namluyu kime çevireceğimi bilemiyordum. Bir gün hocalarımı suçladım, bir gün ailemi, diğer gün kendimi. En sonunda bu döngüden çıkamayacağımı anladım. Buhranlarla geçen bir gecenin ardından, bütün suçlunun Allah olduğuna kanaat getirdim(!) Bu kararımdan sonra bir şeylerin düzeleceğini umdum.Öyle ya sorumluluğu üzerimden atmıştım, sevdiklerimi de bu yükün altından kurtarmıştım(!)
Ama işler sandığım gibi gitmedi. Dünyanın Hâkiminden yüz çevirince, dünya bana dar geldi. Yaşamak manasız bir hal aldı. Bir ilahın varlığından yoksun kalmak, hayatın anlamını nefsi arzularda aramak kalbimi yordu. Günlük rutinlerim artık bana ağır gelmeye başladı ve sonra…
“Allah, her kimi doğruya erdirmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun da göğsünü göğe çıkıyormuşçasına daraltır, sıkar. Allah, inanmayanlara azap (ve sıkıntıyı) işte böyle verir.” (Enam Suresi 125)
Ayetini okuduğumda, o günlerime tercüman olduğunu anladım. Göğsüm daralıyor, hayat gittikçe zor bir hal alıyordu.
Bir gece kendimi çatı katında buldum. Ayaklarım boşlukta sallanıyordu.”Yaşamak için bir sebep Allah’ım, bir sebep istiyorum.” deyiverdim.
Sebep bulamamıştım ama ölmeyi beceremeyeceğime kanaat getirerek vazgeçtim.
Aradan günler geçti. Ben yine imtihanlardan geçerken nereye sığınacağımı şaşırdım. Çareyi uyuşmakta ve uzaklaşmakta buldum. O minik beyaz haplardan medet umdum ve antidepresanın, içimden gelen o sesi susturacağına inandım. Çifter çifter yuttum.
Oldu da sahi, uyuştum. Lakin gece vakti birden ölümün geleceğini düşünerek korktum. Evet, eğer ölürsem, intihar etmiş olacaktım ve çocukluğumda bana anlatılan Allah’ın canına kıyanları hiç sevmediğini anımsadım. İçime bir ürperti geldi. Uzun zaman sonra Rabbimle aramda oluşan bir duygu olduğunu hissettim.Bu duygu; korkuydu.
Sabah oldu ve uyandım. Beni öldürmeyen Allah’a şükrettim. Zaman geçtikçe bu olay bende yer etti. Bir büyüğümün “Allah deyince aklına ne geliyor?” sorusu üzerine düşünmeye başladım. Sahi Allah deyince aklıma ne geliyordu?
Artık büyümüştüm. 15 yaşımı devirmiştim. Eğer bir Allah varsa, ona taklidi bir şekilde iman etmeyecektim. Bana öcü gibi anlatılan “sorgulamak” eylemini tekrar lügatime aldım. Her şeyi sorgulamaya başlamadan önce niyetimi saptadım. Niyetim: Allah’ı tanımaktı; aracım ise Kuran ve O’nun biricik Rasül’ünün sözleri olacaktı.
Niyetimi ve aracımı tamamlayınca yola çıktım. Lakin yol uzundu, ben ise toydum. Rabbim bana saliha bir arkadaş nasip etti. Onunla okudum, dersler yaptım, bilemediğim yerleri ehillerine danıştım.
Zamanım bereketlenmiş, her sabah uyanmak için sebebimi bulmuştum. Amacımı saptayınca yaşamım güzelleşti, binlerce kez hamdolsun…
Çocukken beni muallakta bırakan laiklik algısını yıkıp atmıştım. İslam laik değildi, olmayacaktı da. O bunların hepsinden üstündü. Yeme-içme eyleminden tut, tuvalet adabına; devlet idaresinden tut, çocuk eğitimine dair her şey İslam’da vardı.
Doydum, bütün ve tamamlanmış hissettim kendimi. Yaradan’a binlerce kez şükrettim. İslam öyle güzel çevrelemişti ki yaşamımızı, kurallar net olarak belliydi. İnsan bu bütünlük içinde ne belirsizlik kaygısında boğuluyordu, ne de tedirginlik girdabında kayboluyordu.
20’ye ayak bastığımda, tekrar sorguladım kendimi. “Kendini nerede görmek istiyorsun, hayatını ne üzerine yaşamak istiyorsun?” Nefsimin mızmızlıklarını saymazsak, içimden kuvvetli bir ses “Allahın rızası üzerine” diye çağladı. “O ki seni karanlıklardan aydınlığa, çukurlardan düzlüğe çıkardı.”deyiverdi. Öyleydi ya. Benim küçüklüğümden beri yanı başımda olan, düştüğümde elimden kaldıran, gözyaşlarıma şahit olan, kalbime sekinet veren O’ydu.
Ben bu dünyayı O’nunla anlamlandırmıştım. Öyleyse bu hayat, O’nun için yaşanmalıydı.
20 yaşıma bir sene eklendi geçen yıl.
Yaşamın amacını bulduğum İslam dini için yola koyuldum.
Bana faydalı olacak, ümmete yarayacak ne varsa aradım. O’nun rızasına uygun ise aldım, heybeme doldurdum. Rızasına uygun değilse bıraktım.
Hayatım anlam doldu, işlerim bereketlendi. Bir işe başlamadan önce “O razı olur mu?” diye sormak, gerekirse araştırmak, istişare etmek misyonum oldu.
Önceden karşılaştığım imtihanlarda uyuşmayı ve kaçmayı tercih ederken,
“O’ndan başka asla bir sığınak da bulamazsın(Kehf Suresi/27)”
ayeti gereği O’na sığınmayı öğrendim. Düştüm, kalktım ama yine O’na sığındım. Çünkü dönüşün yalnızca O’na olduğunu kavradım.
İşte bu, benim hikayemin bir kısmı.
Anlatacak çok şey var, ancak dönüm noktam benim en değerli hikayem. Bu yüzden onu yazmak istedim.
Ve sen bunu okuyan, kimliğini sorguluyor, nereye ait olduğunu bilemiyorsundur belkide.
Bütün sıfatlarından sıyrılıp kendine sor; bugün hayatımda olan her şeyi kaybetsem, elimde ne kalır? Hangi kimliğim, benim yaşama sebebimdir?
Ve aynı soruyu bende sana soruyorum.
“Allah deyince aklına ne geliyor?”
Ânife
Yorum yok! İlk sen ol.